Adaletsiz Terazi... Hukuksuz Demokrasi(!)
Adaletin bozuk işleyen terazisi ortada dururken adil olmayan düzenin bekçiliğini dolaylı yoldan da olsa yapıyor olmanın vicdani sorumluluğu daha ağır olmalı. Ses çıkaranların ödediği bedelden daha az olmayacak sessiz kalanların ödediği bedel. Sahi, sıra şimdi hangi kurumda?!..
“Bağımsız yargı” adına duyulan kaygıların, vahim gelişmelerle “hukuksuzluk” boyutuna taşınmış olması, kaygı katsayısını haklı olarak yükseltmiştir. Tehlike ve tehdit algısı rejime yöneliktir. Ve tüm yaşananların, işbaşında bulunan AKP’nin kendisini iktidara taşıyan halk kitlesini, iktidarının yaratıcısı olarak görmesi ve anayasal çerçevenin sınırlarının içinde hareket etmek yerine, bu sınırların dışına taşarak kendisini güçlendirme eğilimi içine girmiş olmasıdır. AKP ile rejim arasındaki mesafe “laiklik” ekseninde belirginleşmektedir. Nitekim, laikliği yeniden tanımlama söylemleri ile başlattıkları “değişim” talepleri, “yargı reformu” yapma, “anayasa”yı değiştirme gibi konulara doğru kapsamını genişletmiştir. Bu reform teklifinde öne çıkan, Anayasa Mahkemesi ve siyasal partilerin kapatılmasının önüne geçecek bir düzenlemedir. Böylece siyasal partilerin laikliğe karşı odak olacak eylemlere girişmelerinin önündeki engel ortadan kaldırılarak, Türkiye’nin demokratikleşmesinin yolu açılmış olacaktır(!)…
Anayasalar iktidarın yaratıcısı değildir. İktidarın nasıl kullanılacağını gösterdiği için iktidar gücünün sınırlarının belirleyicisi; rejimin temel kurumlarının hukuki çerçevesidir. Siyasal iktidarın keyfiliğe kayması ve fiili uygulamalarının önünde hukuki bir engeldir. Fiili olan ile hukuki olan arasında gitgeller yaşanıyorsa -ki Türkiye’de bugün yaşanan budur- hukukla çatışma ya da siyasal irade ile hukuk arasındaki mesafenin genişlemesi hukuka olan güveni sarsar, rejim aşındırılır.
Türkiye’nin sorunu
Türkiye’de temel sorun, anayasanın kendisi olsaydı sorunu çözmek çok kolaydı. Oysa Türkiye’nin sorunu, anayasanın kendisi değil; AKP’nin yönetim anlayışıdır. Sorun hukuki değil, siyasaldır. Siyasetin hukukla olan sorunu toplum adına değil, iktidarın güçlendirilmesi adınadır. “Bu anayasa ile, bu yargı ile demokrasi olmaz” tümcesini kullanmak, bilerek konuyu saptırmaktır. Doğru tümce; “Bugün ülkeyi yönetemeyen anlayışla demokrasi olmaz”dır. Çünkü anayasa ve yasalar, özünde toplumun hak ve özgürlüklerini genişletmekten yana olan siyasal iradelerin önünde bir engel değildir. Kendi yetkilerini genişletme, keyfi yönetime kayma eğilimleri önünde bir engeldir. Demokratikleşmenin yolunu anayasa ve yasalar açamaz. En ileri demokrasiyi kurumsallaştıran anayasa ve yasalar, demokrasiyi içselleştirmemiş anlayışların yönetiminde işlevsiz kalabilirler.
Anayasa yapma telaşı
Türkiye’de toplumun tüm kesitlerinin sözleşmesi olarak ortaya çıkarılabilecek bir ortak mutabakat metninin, toplumun önünü açacak düzenlemelerin gereksinimine kimse karşı çıkmıyor. Böyle bir mutabakatın sağlanacağı zeminin olmayışı göz ardı edilerek demokrasiden uzaklaşmanın hızlandırıldığı süreçte “reform” başlıklı çalışmalarla “anayasa” yapma telaşına girişilmiş olmasına haklı bir tepki ve direniş var.
Devletin çatısını oluşturan, anayasa ve yasalarla korunmuş bir kurum olan “laiklik” siyaset aracılığı ile aşındırılırken yasaklanmış olan cemaat oluşumları, tarikat ilişkileri de yine siyaset aracılığı ile güçlendirilebilmiştir. Öyleyse neyin yasasını yapmaktan söz ediyoruz? Siyaset, toplumsal hoşgörüyü yasanın yasakladığı alanda çalıştırırken, din, maneviyat sömürüsü ile oy toplama kolaycılığına saptığında bunun getirisi, sandalye sayısını çoğaltmak olmuştur.
Aynı hoşgörü, toplum ve özgürlükler adına mücadele edenlere gösterilmemektedir. Siyaset; toplumsal ve ekonomik içerikli sorunların çözümü yerine, “hukuk” kılıfı ve etiketleme üzerine yoğunlaştıkça Türkiye’deki kısırdöngü giderek daralmakta; otoriter eğilimler hem siyasetin hem de hukukun tıkacı olmaktadır.
Türkiye’yi yönetenler, ülkenin geride bıraktığı değerleri yeniden kurumsallaştırmaya çalıştıkları çağın, savundukları değerleri üreten çağların anlayışından farkını görmezlikten geldikçe, ülkeyi bir çatışma ve kaygı ortamına sürüklemektedirler. Hukuk ile siyasetin arasını açıp, hukuku siyasetin emrine alma girişimleri, çağımızda demokrasinin ulaştığı en ileri düzey olan “hukukun üstünlüğü” anlayışına terstir. Hukukun üstün kılındığı anlayışta, güvence esastır ve bu güvence; yurttaşların hak ve özgürlükler alanı içindir (Siyasal iktidarın etki alanını genişletmek için değil.).
Seçimle ortaya çıkan irade, oy vermiş olanların tercihini yansıtır. Bu tercihin her bir seçimde değişmesi ihtimali, yalnızca demokrasilerde söz konusudur. Meclis’te çoğunluk oluşmuşsa, bu bir siyasal partinin çoğunluğudur. Bu parti içinde egemen karar alıcıların sayısı, parti kurullarının görünen sayısından daha azdır; dolayısı ile kararlara yansıyan milli irade değil; bir partinin azınlığının yansıttığı iradedir. Çoğunluğun iradesinin bu şekilde çarpıtılmasına en yatkın olan ülkeler, demokrasiyi kurumsallaştıramamış, azgelişmiş ülkelerdir. Bu yüzden “hukukun üstünlüğü”, “milli irade” söylemini kullanarak (saptırarak) hükümranlık kurmaya yatkın olan ülkelerde, demokrasinin kurumsallaştığı ülkelerden daha çok önem taşır.
Türkiye bir an önce yargı odaklı, hukukun dinamizmini kıracak çatışmaların dışına çıkmalıdır. Hukuk öne çekilmeden bu sürecin sıkıntıları aşılamaz. Hukuk ve yargı geriye itildikçe; iddianame, suçlama, tutuklama zinciri uzamakta ve bu zincire dahil edilenler, taraf medya tarafından yargısız infaza tabi tutulmakta; kamu vicdanında ise aklanmaktalar. Bu garip ve vahim durum, hiçbir kuruma yarar sağlamaz. AKP rejimin temelini oluşturan kurumlarla çatışmak yerine; erimekte oluşunun muhasebesini yapmalıdır.
Totaliter özlemler
Tek partili süreçteki Türkiye’yi diline dolamış olan iktidar temsilcilerinin tek partili süreçten alacakları demokrasi dersleri var. Özellikle demokrasiyi kurumsallaştırma anlamında. Tek partili süreci bahane ederek totaliter özlemleri yaşama geçirme çabalarını perdeleyemeyeceklerini göremeyecek kadar iktidar sarhoşu olmaları anlaşılır gibi değil. Hukuka karşı, hukuktan dolanarak girişilen harekât, yargının sorun oluşundan değil, ülkeyi yönetenlerin hukuk dışına çıkmış olmalarının ve kendi hukuklarını yaratma özlemlerinin bir yansımasıdır.
Bu yazı; cemaat soruşturması nedeniyle, hukuk gaspı ile Ergenekon zincirine eklemlenen Cumhuriyet Başsavcısı Cihaner’in yaşadıklarını da açıklamak; süreç devam ederse, zincire yeni isimlerin ekleneceği gerçeğini anımsatmak için yazılmıştır. Bu zincir ne kadar daha uzayacak?
Ergenekon torbasında daha kaç kişiye yer var? Tüm kurumlar kendilerine sıra gelince mi ses çıkaracaklar? Tek tek koltuklarında oturan ve bu edindikleri yerlerden hoşnut olup hükümete yaranmaya çalışmıyor gibi yaparak, yerlerini korumaya çalışanlar ne zaman muhasebe yapmaya başlayacaklar? Adaletin bozuk işleyen terazisi ortada dururken, adil olmayan düzenin bekçiliğini dolaylı yoldan da olsa yapıyor olmanın vicdani sorumluluğu daha ağır olmalı. Ses çıkaranların ödediği bedelden daha az olmayacak sessiz kalanların ödediği bedel. Sahi, sıra şimdi hangi kurumda?!..
Prof. Dr. Tülay Özüerman/CHP PM Üyesi
En Çok Okunan Haberler
- Korgeneral Pekin'den çarpıcı yorum
- Köfteci Yusuf'tan gıda skandalı sonrası yeni hamle
- Petlas Yönetim Kurulu Üyesi Özcan, uçakta olay çıkardı
- Komutanları olumsuz görüş vermedi, görevlerinden oldu
- '100 yılda bir görülebilecek akımın başlangıcındayız'
- Colani’nin arabası
- 148 bin metrekarelik alan daha!
- Milletvekilleri Genel Kurulu terk etti!
- Erdoğan'dan Suriyeliler açıklaması
- 'Bıyık altından gülüyorsunuz'