Aslında Cennet de Yok

Kerem Işık, Aslında Cennet de Yok'ta öykülerini, odaklandığı konuyu kimi zaman çokkimlikli bir parçalılıkla, kimi zaman sıradan insana yönelen bir sesin dikkatiyle ve en sade haliyle ele alırken abartılı söz oyunlarına başvurmadan, deli dolu, öfkesini içten içe işleyen, duygulu, düşünceli karakterin naifliğinde kalarak kuruyor.

Aslında Cennet de Yok
Abone Ol google-news
Yayınlanma: 08.07.2010 - 08:15

Elinize boş bir kâğıt tutuşturulup aklınıza her geleni yazmanız istense listeniz nasıl olur? Aklınızı dolduran şeyler nedir? Nesneler, duygular, soyut somut her şeyi yazabilirsiniz. Önem sırası var mı listenizin, bir anlamı? Aslında Cennet de Yok öykülerinden 'Unut Gitsin'in birinci tekil şahıs kahramanı bir 'Yapıbozumcu Eşya İncelemecisi.'
 

Farkında ve uyumsuz

Diğer öykülerdeki tüm kahramanlar gibi o da anlam aramaya değmez buluyor her şeyi. Boş ve boşuna. Bir boşluk içinde, bana daha çok şeffaf bir balon içinde dolaştıkları hissi veren bu kahramanların sıkıntısı çok. Farkındalığın getirdiği uyumsuzluk. Dünyamıza benzer küre dünyalarında içten dışa ve içten içe bakıp duruyorlar. Ama hep merkezdeler. O noktasında. Sıfır noktası da diyebiliriz biz buna. Yazar Kerem Işık, bir mühendis. Üstelik fizikçi. Orbit'i, sıfır noktasını, x-y düzlemini, x-y-z evrenini elbette bilecektir.

Sadece kısa bir zaman dilimi. Kerem Işık'ın öykü kahramanlarının yaşamlarının kısacık bir anına tanık ediyor okuru. Nereden geliyorlar, nereye gidecekler sormayalım istiyor, önemli değil. Kendine has yönleri, çizgisi, düzlemi, boyutu ve evreniyle akıp duran, belki de saçılıp sıçrayıp duran zamanda ufak delikler açıyor. Elinde matkap niyetine kalem tutarak. Biz de o kalemin ucundan bir mürekkep gibi sızıyoruz şeffaf balondan dünyaların içine. İçimize bakıyoruz, dışımıza bakıyoruz. Alıştıklarımızı gerçekten görmenin yarattığı o sıkıntı bize de bulaşıyor. Alıştıklarımıza ne zaman alıştığımızı bile hatırlamıyor oluşumuzun.

Kedisi her kucağına çıkışında bıyıklarını sayan -sanki biri eksik olsa kıyamet kopacak- kahramanın vakit geçirmek için saatlerce oynadığı bir oyun olan 'Yapıbozumcu Eşya İncelemesi' şöyle oynanıyor: Gözünüze çarpan ilk nesneyi alıp salondaki masif yemek masasının üzerine yerleştirecek, perdeleri kapayıp kapıları kilitleyecek, odanın zifiri karanlığa gömüldüğüne kanaat getirdikten sonra da okuma lambanızı uzatma kablosuyla masanın üzerindeki nesneye doğrultup her türlü ayrıntısını inceleyeceksiniz. Ne, ne kadar gerçektir görmek için.

Ayrıntılar. Eşya ve diğer insanlar hepsi ellerine aldıkları ayrıntı ağlarıyla yürüyor üstlerine kahramanların. Ağa dolanıp duruyor olabilirler ama onlar hem rahatsız hem de rahatsız değil bu ağlara yakalanmaktan: 'Ayaklar görüyorum. Üstüme üstüme gelen ayaklar. Bir bilinmeyene doğru yürüyen ayaklar. Korkuları olan, kalabalıkta konuşmaktan çekinmeyen, sessizliğin yokluğundan rahatsızlık duymayan, her şeyi ama her şeyi beyin dedikleri bir okka et yığınının içine depolayıp gerektiğinde çıkarıp çıkarıp kullanan ayaklar bunlar. Turşu kaplarından farksız beyinler görüyorum bu ayakların üzerinde.'

Kerem Işık serbest çevirmenlik yaparak İzmir'de yaşamayı seçen bir kimya mühendisi. Fizik yüksek lisansı yapmış. Öğrenim hayatının, mühendisliğinin, kimyanın ve fiziğin öykülerinin şekillenmesinde etkisi çok kuşkusuz. Mühendislikte bir milim hata büyük bir felaket demek. Kimyasal tepkimede de. Fizik, zaten ayrıntılar ayrıntılar ayrıntılar... Etrafımızda gördüğümüz, alıştığımız, sorgulamadığımız her şey aslında bir fiziksel olay, kimyasal birleşim, biyolojik bir etkileşim. Yağmurun yağmasının ince bir açıklaması var, suyun oluşmasının hassas bir formülü'

Aslında Cennet de Yok öykülerinin ayrıntıları da işte böyle. Çoğunluğun algısında sıradanlaştırdığı her şey kahramanlar için çok şey. Bu farkındalık uyum sorununu da yanında getiriyor. Kahramanlar yine günlük işlerini yapmaya devam ediyorlar. Diğerleri onların içinde yaşayarak dolaştığı bambaşka dünyaları fark etmiyor bile, çevredeki kanıksadıkları pek çok şeyi fark etmedikleri gibi. Kahramanlar nereden geliyor bu öykülerde, nereye gidecekler, pek ipucu yok. Ara bir kesite boşluk açıyor sanki yazar ve o ara kesitin bir anına tanık olmamıza izin veriyor. Boşluk. Boşluk önemli bu öyküler için. Yanıtsızlık' Soru çok oysa.

'- Neden geldim ben buraya?

- Bilmiyorum.'

'- Neden gitmiyorum buradan?

- Bilmiyorum.'
 

Samimi ve gerçek bir öykü dünyası

Kurulu düzenin dayattığı yoksunlukların sorgulanması var sonra. Yoksunluk mu sahiden, bize yoksunsun denilen? Sorgulamak. Kendi içini karıştırıp durmak. Başkaları tarafından konulan ya da bireyin kendisinin sanarak koyduğu hedeflerin, o hedeflere varanların, varamayanların izlenip yargılanması? Yargılamak, doğru kelime mi? Yorumlamak olabilir belki. Koca bir boşluğun içinde minik minik açılan delikler, nefes aldıkları yer'

Her öykü kahramanı sözde dokunduğu, onlarla aynı düzlemde yan yana yaşadığı insanlara kuşbakışı bakıyor aslında. Takıntı, susku, suskunun arkasındaki fazladan konuşkan iç ses, boğuntu, öfke ve sıkıntı elbette' 'Gök bulutsuz. İçimdeyse yoğun, kapanık bir havanın sıkıntısı var.' Öyküler duygular, ruh halleri, düşüncelerle iç içe. Kitap kapağındaki palyaçonun yüzü de öyküleri gibi. Renkli bir yüz bu, karışık, cızırtılı ve tüm bunlar belli belirsiz'

On yıllık bir hayalden söz ediyor Sonra öyküsünün kahramanı. Gerçekleşmek üzere olan bu hayal, arkadaşının gözlerinin içini güldürürken bizimkinde en ufak bir heyecan kıpırtısı yok. 'Konuşmadan oturuyoruz. Söylenecekler tükenmiş gibi. Dile kolay! On yıl öncesinden yapılmaya başlanan planlar, kurulan hayaller, gelenler, gelmeyenler, ölenler, kalanlar, hepsi ama hepsi işte buraya getirdi bizi.' Peki ya sonra? Öykü kişilerinde şeytan tüyü var sanki, içtenliklerinden mi, bizi kendimizle ve atladığımız pek çok şeyle yüzleştirdikleri için mi, yoksa tuhaf hallerinin bizde uyandırdığı şakacı bir merhamet duygusu mu, ya da tüm bunların hepsi mi neden bilmiyorum ama her biri biz anlamadan 'bizimki' oluveriyor.

Kerem Işık tasarruflu bir dil kullanıyor. Öyküler kesinlikle birer iç döküş değil. İnce ince işlenmiş dünyalar. Samimi ve gerçek. Yazar, dışarıdaki gerçekle içerideki gerçekliği açık bir şekilde ama üstüne basıp itici olmadan çarpıştırıyor. Bu metinler için şiirsel bir dille kurulmuş bile denebilir. İnsanın en ince yerinden gelenleri içeren cümleler kurduğu, kendini çok olağan bir şeymiş gibi doğallıkla açtığı bu naif metinlerin şiire yakın duruşu şaşırtıcı değil. Pek çok öyküde de Edip Cansever, Cevat Çapan gibi şairlerin şiirlerinden alıntılar var.

'Vurun Kendinizi Kıyılarınıza'da 'Hayır mı gelir şiiri tükenen bir hayattan?' diyor Suat, bizimkilerden birinin arkadaşı. Ne zamandır tek bir dize bile yazamıyormuş. Aslında bu öyküde anlatıcı kadar Suat da bizimki, bazı yönlerden. Yalnızlık, akışa bırakmak, anlamsızlık içinde o da, dışından konuşuyor, farklılığı bu. 'Biliyor musun' diyor anlatıcıya, 'Kaçak bir yolcu gibi hissediyorum bazen kendimi. Birileri burada olmamam gerektiğini fark ediverecek diye ödüm kopuyor.'

Yaşam şaşırtmıyor onları. Tıpkı bir okkalık turşu kabını ayaklarımızın üzerinde sürekli taşıyor olmamızın bizi şaşırtmadığı gibi. Ölümü bile kanıksamışız, cenneti. Yağmurdan da güneşten de korunmak için şemsiye taşıyoruz. Aşktan, dostluktan da mı? Korunmaya gerek var mı?

'Yok!'

Ölüm de

'Yok!'

Yaşam da

'Yok!'

Aslında cennet de

'Yok'

Ölmek kolay, yaşamak lazım.

Aslında Cennet de Yok/ Kerem Işık/ Yapı Kredi Yayınları/ 88 s.

 


Cumhuriyet Tatil Otel Rezervasyon

En Çok Okunan Haberler