Avrupa'yı beklemek Godot'yu beklemek gibi bir şey
Tiyatro Oyunevi'nin yeni oyunu Beklerken, insanın bekleme hali üzerine odaklanırken, Türkiye'nin Avrupa Birliği'ne girme çabasına ve tabii bekleyişine de göndermede bulunuyor.
Beklemek, neyi ya da kimi? Sonu mu yoksa yeni bir başlangıcı mı? Durağanlığı çağrıştırsa da bir devingenliği mi barındırır içinde beklemek? Ya sürgün yaşamlar... Göçebe hayatlar, yeni başlangıçlar, tutunacak bir dal aramalar, soyut kafeslerden çıkmaya çalışmalar, bekleyiş, arayış, umut ve heyecanlar, savruluşlar... Tiyatro Oyunevi’nin yeni oyunu Beklerken’i izlerken, tam da bu kavramlar asılı kalıyor sahnede. Zihnine yapışıyor insanın. Etkisinden çıkılamıyor. Peşini bırakmıyor, sorgulatmadan göndermiyor. Beklerken, göçebe beş insanın beklentileri, arayışları, umutları ve umutsuzlukları üzerinden bir manzara koyuyor ortaya. Birgül Oğuz’un yazdığı ve Mahir Günşiray’ın yönettiği oyunda, insanların beklerkenki durumlarıyla yüzleştiriyor bizi Ayça Damgacı, Bedir Bedir, Zekeriya Karakaş, Olcayto Art ve Özge Metin. Bir Avrupa kentinin limanına yanaşan yolcuların, kente kabul edilmeyi beklerkenki hallerini ve bu durumların yaşamımızdaki göndermelerini konuştuk Mahir Günşiray’la.
Ölümü beklemek
Beklerken nasıl ortaya çıktı? Seas/Denizler projesi ile nasıl buluştunuz?
Seas projesi, 2002-2005 yılları arasında Baltık Denizi ve Adriatik Denizi’nden çok farklı sanatçılarla bir etkinlikler dizisi yapmış ve liman kentlerini dolaşmış. Şimdi Karadeniz’den, kuzey denizlerinden ve liman kentlerinden bazı sanatçılarla ortak projeler üreterek, kapalı mekanların dışında, toplumla iç içe, her yerin bir gösteri alanına dönüşeceği yerler seçerek etkinliklerini sürdürüyor. Bir buçuk yıl kadar toplantılar yaptık. Diğer ülkelerin sanatçıları ile ortak çalışmalar yürüttük. Tiyatro Oyunevi olarak beklerken temasını projemiz için temel aldık.
Beklerken özellikle hangi fikre odaklanıyor?
Göçebeler, kendilerine ait olmayan başka bir toplumun kapılarını zorlayarak girmeye çalışıyor. Göçmenlerin deniz aşırı ülkelerden başka dünyalara, başka ‘özgürlük’lere kavuşmak için çabalamaları tema olarak hep aklımdaydı. Diğer yandan da Avrupa Birliği’ne girmek için bekleyen bir takım insanların trajikomik durumlarını anlatmak istiyordum. O yüzden projenin ismi ilk başta Avrupa’yı Beklerken idi. Derken bu konsept ve kavramla Beckett’in Godot’yu Beklerken’deki kavramları çok benzer gözüktü bana. Avrupa Godot gibi bir şey. Türkiye’nin de Avrupa’yı beklemesi, insanlar için bir tür kandırmaca. Trajikomik bir durum. Bu anlamda hem kendimize öz eleştiri, hem de Avrupa fikrine eleştiri olarak doğmaya başlamıştı. Provalar sırasında beklemek durumunun çok zengin açılımlarına doğru yöneldiğimizde sadece ‘Beklerken’ olarak adlandırmanın daha doğru olacağını farkettik.
Beklemek durağan gibi algılanır, oysa ki bir süreçtir. Oyunda da bunu görüyoruz. Siz nasıl tanımlıyorsunuz beklemeyi?
Zaten hepimiz aslında ölümü bekliyoruz. Ölümü beklerken bir nevi hayatı yaşamaya, doldurmaya, onu değerlendirmeye çalışıyoruz. Bu proje daha çok ‘beklerken neler yapıyoruz’ üzerine kurulu. Yenikapı’da deniz kenarında bir parkta, mangallarımız, minderlerimizle, pikniklerle pek güzel geçiriyoruz hayatı. Ertesi gün başka bir şey başlıyor. Oyunda biraz da bu ikilemi vermeye çalıştık. Beklemek aslında trajik. Yalnızsın, beklediğin şeyler kimi zaman da soyut. Bundan kurtulmak için de bir şekilde şarkı söyleyerek, dans ederek, yiye içe, kimi zaman tırlatarak, toplum olarak beklerkenki süreci geçiriyoruz.
Bana benzemeyen kalmasın!
Sanat alanında son yıllarda nasıl bir çıkış yolu aranıyor?
Her şeyden önce Avrupa’daki sanat ortamı, Türkiye’deki sanat ortamına ilgi göstermeye başladı. Çünkü onların da beslenecek yeni kaynaklara ihtiyacı var. Tabii burada beni rahatsız eden şeyler de var. Avrupa Birliği, o birliğe aday olan ya da çevresindeki ülkeler ve onların kültürleriyle ilişkiler kurarak bir tür yakınlaşma sağlayarak, etrafında ‘kendine benzemeyen kalmasın’ diye fonlar ayırıyor. Kendine benzeyen şeyler olması için de çok ciddi fonlar ayrılıyor. Bazı sanatçılar, organizasyonlar, küratörler ya da Avrupa’daki fonlarla iş yapmak isteyen insanlar buraya yöneliyor. Bunu sahici bulmuyorum. Çünkü bazı sanatçılar oradan ilgi ve talep gelmeye başladığı zaman, kendilerini oraya göre yönlendirmeye başlıyorlar. Bu çok tehlikeli. Böyle olursa, inandığım sahici tiyatroda, her sanatçının kendi içinden çıkacak, ona ait, onun dünyasını gösteren hakiki yaklaşımı bulmakta ve tutmakta büyük zorluk çekeceğiz. Onların bizi algılamasına uygun işler yapmaya başlıyoruz ki oranın kodlarıyla burada iş yapmaya çalışmak bana sahtekarlık olarak geliyor doğrusu.
Peki ya Türk Tiyatrosu’nda yeni dil arayışlarını ve bu anlamdaki gelişimi nasıl görüyorsunuz?
Kuşkusuz var. Genç kuşağın tercihleri bunu gösteriyor ve bu iyi bir fırsat. İçten bir şekilde yapılırsa ve içeriği ön planda tutan bir yaklaşım benimsenirse o zaman seyircinin ilgisiyle karşılığı alınır. Bu sıcak ilişki doğarsa, o ‘tiyatrodan soğuyan izleyici’ de daha çok ilgi gösterir. İyi tiyatro, yaşayan tiyatrodur ve yaşayan tiyatro ile de samimi tiyatro anlayışı sürecektir.
İstanbul küçük Türkiye
İstanbul kendi içinde ayrı ayrı şehirlerden oluşuyor neredeyse. Siz nasıl değerlendiriyorsunuz bu durumu?
İstanbul, küçük bir Türkiye. Biz de böyle küçük bir Türkiye örneği anlatmaya çalıştık beş oyuncu üzerinden. Aslında Türkiye’yi anlatabilmek için belki yüzlerce karakter koymak lazım ki Türkiye diyebilelim. Biz, oyuncuları biraz bölgelere dağıtarak, elden geldiğince anlatmaya çalışıyoruz.
Bu anlatımda da bazı kavramlar takılıyor insanın aklına.
Umutları, umutsuzlukları, heyecanları, hayal kırıklıklarıyla oyundalar, karşımızdalar. Geçmişe dönüşleri ve geleceğe bakışlarıyla. Bu durum oyunumuzda önemli bir eksen oldu. Geçmişi hatırlamak ve geleceği umut etmek. Bugün, aslında hapsolduğumuz yer. Hapishaneleri düşündüğümüzde bugünü yaşamak kısıtlanmıştır. Hapishane fikri bunun üzerine doğmuştur. Bugünü yaşaman engellenmiştir. Ama hapishanede, bugünü yaşayamayanlar iki şey yaşıyor. Anıları, resimleri, paylaştığı hikayelerle geçmişi ve hayal ettikleri geleceği. O yüzden bu beş kişinin bir tür hapis içerisinde olduğunu da düşündük aslında. Sıkışmışlık var. Zaman zaman bu çaresizlikten çıkabilmek için bir yol arayışı var. Bugüne geldiğimizde ise sanki zaman duruyor ve her şey soyutlaşıyor, anlamsızlaşıyor.
En Çok Okunan Haberler
- Son anket: AKP eridi, fark kapanıyor
- Adliyede silahlı saldırı: Ölü ve yaralılar var!
- Ayşenur Arslan’ın Colani ile ilişkisi
- Serdar Ortaç: 'Ölmek istiyorum'
- Hatay’da yaşayan Alevi yurttaşlar kaygılı
- Köfteci Yusuf'tan gıda skandalı sonrası yeni hamle
- NATO Genel Sekreteri'nden tedirgin eden açıklama
- İBB'den 'Pınar Aydınlar' açıklaması: Tasvip etmiyoruz
- İmamoğlu'ndan 'Suriyeliler' açıklaması
- Edirne'de korkunç kaza