Ayşe Sarısayın'la ilk romanı “Ansızın Günbatımı” üzerine...

Ayşe Sarısayın “Ansızın Günbatımı”nda, geleneksel tabular arasında büyümüş ve bunun içinden -kendi hayatı pahasına- çıkmakla çıkmamak arasında kalan bir kadın ve üç kızının hikâyesini, terk etme kavramını merkeze alarak anlatıyor. Sibel Oral yazarla konuştu; Eray Ak, bu sohbete bir değerlendirme yazısıyla katıldı.

Ayşe Sarısayın'la ilk romanı “Ansızın Günbatımı” üzerine...
Abone Ol google-news
Yayınlanma: 24.11.2014 - 15:34

'Araya hayat girmiş, hayat tüm hevesleri tüketmiş'

- Bir okur “Romanınız işte aynen Kafka’nın dediği gibi içimizdeki donmuş denize inen bir balta misaliydi” deyiverse ansızın. Biliyorum mahcup olursunuz ama söyleyin yine de ne hissedersiniz?
- Koyu kırmızı bir mahcubiyet elbette, yanı sıra tarifsiz bir sevinç! Başlangıçtan bu yana okuma yolculuğumu yönlendiren duygulardan biri bilmediğim, yabancı dünyalara dokunma çabasıyken öteki -belki daha baskın olanı- adlandıramadığım ya da dile getirmekte zorlandığım kimi durumlarla ya da duygularla kitaplarda buluşma, içimdeki ıssızlığı bölme isteğiydi. “Donmuş denize inen bir balta” değilse de birkaç okurda, birkaç satırla da olsa söz ettiğim duyguyu yaratabilmek, kıvançların en büyüğü olurdu benim için.

“YAZMAK ESKİ BİR KAZAĞI SÖKMEK GİBİ BİR ŞEY”

- Okuru o kadar içeri buyur ediyor ki romandaki kardeş, anne ve hatta o ölü bebek… Şahika’yı, Prenses’i, Ortanca’yı, Sarı Papatya’yı dışarıdan biriymişim gibi soramıyorum. Bu yüzden de romanın kişilerinden önce sizi sormak istiyorum. Siz bu romanla geçirdiğiniz o uzun zamanlar boyunca ne yaşadınız, neler hissettiniz?
- Yazmak, sanırım herkes için az çok sancılı bir süreç. Kurmaca bir metin de olsa kendimize ve hayata dair biriktirdiklerimizle yol alıyoruz çünkü. Sorunuzun cevabı romanda yer alıyor galiba: “O kitaplarda senin hayatın var. Anıların değil, hayatın! Hayatından ve kendinden damıttıkların. Ne sancılarla, ağrılı. En kırılgan anların, o anları yazıya aktarabilmek için savaşmaların.” 

- Hem anne, hem kız çocuğu oldunuz. Gidenleriniz oldu; yakın zamanda annenizin gidişini yaşadınız. Muhteşem bir babanın kızıydınız. Bu romanda anne, çocuk ve ev içinde olmak nasıl geldi, nerelere gittiniz?
- Az önce de dediğim gibi yaşamım boyunca biriktirdiklerime gittim ağırlıklı olarak. Tanıklıklar, okunanlar, izlenenler, ülkede, yakın ya da uzak çevremde yaşanılanlar, insanlık halleri. Sıkça verdiğim bir örnektir; yazmayı, eski bir kazağı sökmeye benzetirim hep. İpliği doğru yerden çekerseniz, hiç takılmadan sökülüp gider sonuna dek. Takıldığı yerde de düğümü sabırla çözmek, hırpalamamak, zedelememek kaydıyla! Nicedir aynı biçimde olan ve artık algılamadığımız kazak, bambaşka bir dokuya dönüşür, ardından da farklı bir kalıba girer yeniden. Bu romanda da öyle, çoğu ev içlerinde geçen, çocuk olmanın ardından, anneliğin de deneyimlendiği bir hayatın biriktirdikleri; biraz çözülme, biraz duyguları sınıflama, istifleme... Bir arkadaşımın deyişiyle hayatı temize çekme!

- Peki, en başa dönelim; bu romanın sizdeki çıkış noktası ve duygusu neydi ilk masa başına oturduğunuzda? Bu hikâye size nasıl geldi? Aynı romanın başındaki gibi bir geliş miydi?
- Çıkış noktasını belirleyen tek bir kavram vardı: Terk! Her anlamda terk: Ayrılışlar, vazgeçişler, bitirişler. Geri dönüşü olmayan ölüm, ölümlülük meselesi; çok sevdiğim, değer verdiğim insanları kaybetmenin yarattığı duygular. Sözcüklerin, yazının da terk edildiği ruh halleri de var. Üzerinde “Terk!” yazılı CD’nin anlatıcının eline geçtiği giriş bölümünü oluşturan, bu duyguydu esas olarak.

“BENİM DE 12 EYLÜL'E AİT TANIKLIKLARIM VAR”

- Sevgili Selim İleri arka kapakta “Sarsıcı çözümlemeleriyle derin iz bırakacak” demiş. Çok da haklı. Ben özellikle Ortanca ile anne Şahika’nın ve diğer kız kardeşlerin Kanlı 1 Mayıs ve sonrasında yaşadıkları üzerine değinmenizi isteyeceğim. Devrimci ve bu yolda ölüme gitmeye hazır bir kız ve bir annenin çatışması… Anlatıcı hiçbir tarafta değil, olması da gerekmiyor belki. Siz ne dersiniz?
- Selim İleri’nin sözleri çok değerli, büyük onur verdi bana. Yetmişli yıllar ve ardından gelen 12 Eylül fırtınası hepimizi sarstı, bugünümüzü, bugün yaşanılanları belirledi büyük ölçüde. O yıllara ait tanıklıklarım var, ben de “taraf”tım aslında ama anlatıcının hiçbir tarafta olmamasını tercih ettim, olayları, daha çok da olayların yarattığı duyguları herhangi bir ideolojiden, inançtan bağımsız olarak dile getirmesini istedim. Bu çatışmalar pek çok evde yaşandı, hâlâ da yaşanıyor. Büyük davalara adanan hayatların gerisinde, kaygılı bekleyişler içinde anneler babalar, altüst olan küçük hayatlar... Hepsi anlaşılabilir, hepsi insan olmaya dair. Romandaki anne-kız çatışmasındaki temel sorun, bu insani kaygıların ötesinde, annenin hiçbir konuda taviz vermeyen kişiliğiydi daha çok.

- Şahika Ener… Hem de adı ve soyadıyla Şahika Ener. Fakat kızları sadece Prenses, Ortanca ve Sarı Papatya olarak biliyoruz…
- Ressam annenin adını, en başından beri Şahika olarak kurgulamıştım, bu karakter ismiyle birlikte oluştu zihnimde, soyadı sonradan geldi. Kızların isimsiz olmasının nedenini, ben de bilmiyorum tam olarak; isimlere fazla anlam yükleme eğiliminde olduğum için onları bir ismin çağrıştırdığı sınırlar arasına hapsetmek istememiş, genelleştirmeye çalışmış olabilirim. Şahika Ener’in kızlarına çocukluk yıllarındaki hitaplarıyla yetindim; kızları büyüdükçe onlara ilişkin korkuları, kaygıları yüzünden baskıladığı ama hep var olan sevgisini bu şekilde yaşatmak istedim belki de...

- Şahika Ener’i anlamak… Uzun süre bunu düşündüm… Haklı hırsları da yok değil… Siz anlatın, nasıl kurguladınız, nasıl hayal ettiniz onu?
- Teokratik bir devlet yapısının, laik ve demokratik bir sisteme dönüşme çabalarına tanıklık eden, farklı bir düzenin değerleriyle büyümüş ve çocuklarını da aynı şekilde büyütmeye koşullu geleneksel ailelerin, Cumhuriyet’in ilk yıllarında doğmuş, ilk kuşak “Atatürk çocukları”ndan biri olarak düşündüm onu. Cumhuriyet değerlerini kabullenmeye hazır, evinde de demokratik olmak, öğrendiklerini uygulamak isteyen, hatta uyguladığını sanan bir kadın. Ancak ataerkil düzeni kırmaya uğraşırken o düzenin kodlamalarıyla hareket etmeyi sürdürüyor. Düşünceleri, inandıkları, en azından inanmaya çalıştığı değerler farklı da olsa kökleri geleneksel yapıya uzanıyor, referanslarını o yapıdan alıyor. Kalıpları aşmış görünüyor dışarıya karşı, oysa iç dünyasında arada kalmış, sıkışmış. Terk edilip üç kızının sorumluluğunu üstlendikten sonra var olmanın, bildiği hayatı sürdürmenin tek yolunun tavizsiz, ne olursa olsun dik bir duruş sergilemekte olduğuna inanıyor.

- “Uzlaşma’dan, uzlaşmaktan. Şahika Ener, kendisinden korkuyor en çok.” Bunun bu kadar zor olmasını bir kadın olarak diyelim neye borçlu olabilir sizce ya da kadın değil de anne olarak mı diyelim?
- “Ayıp” ve “günah” kavramlarıyla yetişmiş, geleneksel yapıdan gelen bir kız çocuğunun, kendini yabancı hissettiği bir düzende kadın kimliğiyle var olması kolay olmasa gerek. Büyük kentte yaşayıp çalışıp “sanat ortamlarında” bulunsa da kadınlığıyla barışık değil, sanatçı kimliğiyle öne çıkma çabasında bunun da payı var belki. Cinselliğini bastıran, kendisiyle, istekleriyle yüzleşmekten kaçan kadınlardan biri. Haklısınız, “kutsal annelik” meselesi de işin içine girince...

“ANLATICININ TARAF OLMAMAYA ÇABA GÖSTERDİĞİ KESİN”

- “Anne, kapanmayacak yaraların en büyüğü” cümlesi aslında galiba romanın baştan sona özeti gibi… Öyle olmasa da önemli. Şahika’nın annesinden devraldığı ve kızlarına miras bıraktığı belki de… 
- Babalar, anneler, kızlar, oğullar; var olmamıza neden olan fakat var oluş biçimlerimize engel koyan ilişkiler yumağı! Şahika Ener’in saplantı haline getirdiği “annesiyle helalleşememe” meselesi, görünürdeki yara, bıçak çok daha derinlere saplı belki, dokunulmaktan kaçınılan kuytularda. Dokunmak sorgulamayı çağıracak, sorgulamak çözülmeyi getirecek, ki Şahika Ener çözülmemeye koşullanmış, çözülmek en büyük yenilgi onun için.

- “Kadın ve hep kadın ve yok kadın ve her şey ve hiçbir şey rollerinin birbiriyle kesişen ve çelişen anlarında oradan oraya savrulacak.” Romandaki kadınların kendileriyle uzlaşıp barışmadıklarını görüyoruz. Bu sorunun temelini sizden dinleyelim… 
- Her birimizin üstlendiği onlarca rol, içimizde barındırdığımız onlarca kimlik. Hepsi de birbiriyle çatışıyor, çelişiyor, birbirini yenmeye çalışıyor. Savruluyoruz elbette -çoğu zaman altından kalkabilsem de benim de savrulduğum, bu kimlikleri bağdaştırmayı başaramadığım oluyor bazen. Alıntıladığınız sözlere, bu duygum, bu çaresiz ânlarımdan biri sızmış olmalı.

- Şahika Ener’le bir kez daha eşitlenen anlatıcı… “Şahika Ener’in hikâyesini yazamadım ama onu affettim. Kendimi de. Tıpkı ortanca gibi, ona özenip yine. Giderayak değil de, önceden. Herkesi” diyor. Bu romanın en güçlü kadını o olabilir mi diye düşündüm… Siz ne dersiniz?
- Anlatıcı güçlü mü bilemiyorum ama taraf olmadığı, olmamaya çaba gösterdiği kesin. Bu konumu, kendisine ait bilinçli bir karar olmaktan çok, hayatın ona biçtiği rol, koşullarla geldiği, getirildiği yer. Gözleme, yatıştırma ve anlama çabası, gerektiğinde kabullenip vazgeçebilmesi onu güçlü kılmış olabilir az çok.

- Peki, bitti roman, herkes gitti. Sizden çıktı, sonrası bir büyük boşluk. Yazarken ne hissettiğinizi sordum ya şimdi de bitince ne hissettiğinizi sormak istiyorum…
- Yazmak bitip tükenmeyen bir heves, bitirmekse büyük bir boşluk duygusu. Sonrası unutmak, hatta “terk etmek!” O sancılı, tuhaf süreç hiç yaşanmamış, tek satır yazılmamış gibi devam etmek hayata. Ama bir süre sonra, yayımlanınca, büyük bir tedirginlikle hatırlamak yeniden. Bir sonraki döngü başlayana dek...

sibelo@gmail.com

 

Şahika Ener ve ailesinin yaşama halleri

Eray AK

Ayşe Sarısayın ismini hatırlayan pek çok kişi çıkacaktır.

Edebiyat dergilerindeki yazıları, usta işi çevirileri ve kaleminden çıkan üç öykü toplamı bu hatırlayışa sebep... Ancak bu yazının konusu Sarısayın'ın romanı. Ayşe Sarısayın geçenlerde ilk romanıyla çıktı okurların karşısına.

Her ne kadar yazının içinde olunsa da ilk romanlar her zaman önemli bir eşiğin temisili olagelmiştir. Atlanması, aşılması güç ancak sonrası için önemli nüveler veren bir eşik... Sarısayın da ilk romanı Ansızın Günbatımı'nda bu eşiğin sınamasına girişiyor. 

Son söylenmesi gerekeni en başta söyleyip; Ansızın Günbatımı'nın, ilk romanlarda genelde karşımıza çıkan aksamalardan azade bir roman olduğunu, hatta bunu da aşıp uzun yıllar hatırlanacak romanların arasına adını yazdırabileceğini çekinmeden dile getirebiliriz. Bunu da Sarısayın'ın anlattığı dünyaları, sırtını yasladığı dönemlerle birlikte ele alıp bir yandan kaleme getirdiği zamanların ruhunu yakalamasına, bir yandan da dönemlerden ayrı olarak kahramanlarının, kişisel yıkımları çevresinde kurduğu birey odaklı hikâyesine bakarak öne sürmek mümkün. 

Romanı önemli kılan bir diğer unsur ise Sarısayın'ın hikâyesini anlatırken yapılandırdığı kurgu. İki katmanın iç içe geçtiği, bu katmanların birbirini hem duygusal hem de zihinsel boyutta tetiklediği bir kurgu Ansızın Günbatımı'nda söz konusu olan. Bu da akla "neyin" değil "neyin nasıl anlatıldığının" önemini getiriyor. Ayşe Sarısayın romanında bu "ne" ve "nasıl" ikileminden de sıyrılmış. Buna bağlı olarak özgün bir şekille bildiğimiz hikâyelerin farklı bir yansımasını anlatıyor bize. 

Bireyi, toplumu ve has edebiyatın genişlettiği sınırları görebiliyoruz Sarısayın'ın romanıyla tuttuğu aynadan.

"KİMDİ, NASIL BİR HİKÂYESİ VARDI?"

Romanda her şey eski bir arkadaştan gelen telefonla başlar.

Eski arkadaş yeni bir eve taşınmıştır ve önceki kiracıdan kalan eşya arasında bir CD dikkatni çeker. Bu CD'nin ise diğer eski arkadaşın, yani yazı ve kendiyle arasını soğutmuş romanın bir diğer kahramanı, aynı zamanda kurgu içinde bu romanın yazarı olarak var olan kadının ilgisini çekeceğini düşünür. CD'de, birkaç dosya içinde toplanmış günlük ve hikâye parçacıkları yer almaktadır. Romandaki kırılma da eski yazarımızın bu yazı parçacıklarını okumasının ardından gerçekleşir. 
"Yazmaya uzun süre ara vermiş biri olduğu anlaşılıyordu hemen. Kadındı, en az orta yaşlarda, hatta yaşlılığın eşiğinde bir kadın. Yaşı konusunda yanılıyor olabilirdim, ancak hayat dair ağır tanıklıkları olan ve ölüme yaklaşmış biriydi. Yeniden yazma çabasında, yazarak hayata tutunma umdunda. Bir başka kadından da söz ediyordu. Karakalem resimler yapan, yaptığı resimleri yok eden yaşlı bir kadından. Kimdi, nasıl bir hikâyesi vardı?"

"Kimdi, nasıl bir hikâyesi vardı?"

İşte bu merak ucu kahramanımızın tekrar yazıya dönmesine ve eline geçen CD'de birkaç cümlesini gördüğü bu kadının yaşamını yazıyla tekrar kurmasına neden olur. Kime ait olduğunu bilmediği cümlelerin sahibini, kendi cümleleriyle ve kendince tekrardan var etme çabasına girer. Yazma uğraşındaki bir kadının yeniden yazma uğraşındaki bir diğer kadına ilhamı meydana getiriyor romanın bu katmanlı yapısını. Hikâyenin hikâyesini okumakla oluşan bu katmanların ilmekleri ise oldukça sağlam.

"Tanımadığım bir kadından ödünç alacağım sözcükler, yeniden yazmaya başlamak, yazıyla ve kendimle barışmak için bir fırsattı belki de..."
Bu fırsatın peşinde ortaya konan çabayı, bununla birlikte ise ortaya çıkan bir aile hikâyesini okuyoruz bu bağlamda biz de.

ŞİİRİ KENDİNDEN MENKUL

Ayşe Sarısayın'ın, romanın kahramanları haline getierdiği aile üyeleri, aslında hemen her yerde hikâyesine rastlayabileceğimiz kişiler. Bu hikâyeyi farklı kılan, yazılmasına neden olan kişi ise Şahika Ener.

Eşi evi terk ettikten sonra üç kız çocuğuyla ayakta ve hayatta kalmaya çalışan bir kadın Şahika Ener. Resim öğretmeni ama yaşamını bir ressam olarak devam etirmek istiyor. Bunun için de tüm hırsını yansıtabilecek bir karakter. Ancak açmazları, kendisinin bile kabullenmek istemediği zıtlıkları var.
Şahika Ener'in bu açmazlarını anlayabilmek, kabullenebilmek metinle ve okuduğu metnin kahramanlarıyla bağdaşım kurmaya çalışan her okur için mümkün. Ancak romanın diğer başat kahramanları, yani kızları için aynı şey pek mümkün gözükmüyor. Çünkü yalnız bir kadın olarak kızlarına "sahip çıkma" derdinde Şahika Ener ve bunu yaparken de aynı ressam olma isteğindeki gibi tüm hırsını yansıtıyor. Onların her yerde "en" olmasını, "yükseklerde" gezinmesini istiyor. İsmi de yaptıkları ve karakteriyle müsemma zaten: "Şahika"...

Bu da ister istemez bir baskı meydana getiriyor çevresindeki insanlar için. Çevresindekiler de kızları. İsimleriyle tanıyamıyoruz onları ama büyük kardeşi prenses, ortancayı delidolu ve küçüğü de sarı papatya olarak anıyoruz roman boyunca. Hikâyeyi ise en küçüğün, annesiyle en iyi anlaşan sarı papatyanın gözünden izliyoruz.

Kızkardeşlerle birkaç cepheye birden açmış yelkenlerini Sarısayın. 

Prenses bize iş dünyasından küçük sahneler sunuyor, sarı papatya ailesinin gözü olarak romanda yer alıyor. Ortancanın hikâyesi ise bambaşka. Ortanca, dönemin yansıması olarak romanda. 
1980 askerî darbesine giden yola bir ışık tutuyor Sarısayın ortanca kız kardeşle. Darbeye giden yolda yaşananları bir tahlilden geçirmek değil elbette yazarın yaptığı ama dönemim acılarına, yitiklerine, sürgünlerine bir selamın yanında yaşamların nasıl söndüğüne, o sönen yaşamla birlikte kaç yaşamın daha solduğuna dair içeriden bir bakışı yansıtıyor. Bu bakış ise şiiri kendinden menkul bir yaşamın kıyılarında dolaştırıyor.

erayak@cumhuriyet.com.tr

Ansızın Günbatımı/ Ayşe Sarısayın/ Can Yayınları/ 248 s.

 

 


Cumhuriyet Tatil Otel Rezervasyon

En Çok Okunan Haberler