Bir gün bu yazı da sansürlenebilir

Dizilerde görüntüler buzlanıyor, kitaplar yasaklanıyor. Yunus Emre, Edip Cansever gibi isimlerin şiirlerine sansür uygulanıyor. Akademisyenler yargılanıyor. Basının hali zaten ortada. Sansür mekanizması her gün yeni uygulamalarla işbaşındayken biz sadece "rahatsız" olmakla yetiniyoruz. Konuyu Prof. Dr. Füsun Üstel ve yayıncı, yazar Ragıp Zarakolu'yla konuştuk.

Bir gün bu yazı da sansürlenebilir
Abone Ol google-news
Yayınlanma: 24.02.2013 - 08:40

Türkiye sansür tarihine her geçen gün bir yenisi ekleniyor. Hepsi de “Bu kadar olmaz” dedirten cinsten. Tıpkı Edip Cansever’in biradan bahsettiği iki dizesinin sansürlenmesi gibi. Dizilerde kadın heykellerinin memeleri buzlanıyor, kitaplar muzır yasasına takılıyor, üniversitelerde araştırma konuları yasaklanıyor. Galatasaray Üniversitesi siyaset bilimi öğretim üyesi Prof. Dr. Füsun Üstel ve yayıncı, yazar, çevirmen Ragıp Zarakolu anlatıyor.

Üç kere üç dokuz ederdi / Adam koydu masaya dokuzu / Pencere yanındaydı gökyüzü yanında / Uzandı masaya sonsuzu koydu / Bir bira içmek istiyordu kaç gündür / Masaya biranın dökülüşünü koydu / Uykusunu koydu uyanıklığını koydu/ Tokluğunu açlığını koydu... Böyle sesleniyordu Edip Cansever “Masa da Masaymış ha” şiirinde. Neler yoktu ki masada; umut, yumurta, bisiklet ve çıkrık sesi, ekmek ve hava da; lakin iş biraya gelince olan oldu, lise sonda okutulan edebiyat kitabındaki şiirden o iki dize çıkarıldı. Talim Terbiye Kurulu’nun bahanesi basitti: TAPDK Yasası’ndaki “tütün ve alkol tüketiminin teşvikinin önlenmesi” maddesi. Oysa 10. sınıf edebiyat kitabındaki Yunus Emre’nin ilahisinin en bilinen “Cennet cennet dedikleri/ Birkaç köşkle birkaç huri/ İsteyene ver onları/ Bana seni gerek seni” dörtlüğü de sansüre uğramış, Kaygusuz Abdal’ın “Nefes” şiirindeyse Aleviliğe ait kavramlar çıkarılmıştı. Geçen yıl en az 21 yayınevinin ve 41 yazarın, 46 kitabı yargı konusu yapılsa da, sansürün yıkıcılığı üniversiteler, internet, televizyon dünyasında da az değil. Siyasilerin Muhteşem Yüzyıl’a eleştirilerinden beri dekolteyi bir kenara bıraktı Hürrem. NTV’nin yayınladığı Leonardo da Vinci belgeselinde ressamın “Vitruvius Adamı” resmine uyguladığı sansür hâlâ akıllardayken birkaç gün önce TRT Son Umut filmindeki Michelangelo’nun “Davut” heykelini de buzladı. Gelelim akademiye... İçişleri bakanının profesörleri “terörist” diye nitelendirdiği bir ülkede, Ankara Üniversitesi’ndeki Afrika Araştırma ve Uygulama Merkezi’nin çıkaracağı Afrika adlı dergide Festus Okey’in adının geçtiği makalenin sansüre uğradığını hatırlatmak hafif kalır, şüphesiz. Türkiye sansür tarihine her geçen gün yeni örnekler ekleniyor. Biz de Türkiye’de Araştırma ve Öğretim Özgürlüğü Uluslararası Çalışma Grubu (GIT Türkiye) kurucularından, Galatasaray Üniversitesi siyaset bilimi öğretim üyesi Prof. Dr. Füsun Üstel ve Türkiye Yayıncılar Birliği Düşünce, İfade ve Yayınlama Özgürlüğü Komitesi Başkanı, yayıncı, yazar, çevirmen Ragıp Zarakolu’yla konuştuk. Söz önce Prof. Dr. Füsun Üstel’de.

- Öğrenci ve öğretim üyeleri hakkında soruşturmalar açılıyor, filmlerde kadın heykellerin memeleri buzlanıyor, kitaplar yasaklanıyor, nü resimlerin sergilenmesi tartışma yaratıyor. Bunlar sadece “rahatsız” olmakla açıklanabilir mi?
- “Rahatsız olmak”, siyasal anlam taşıyan ve çözümü siyaseten üretilmesi gereken konuları “siyasetsizleştirmek” gibi bir konfor yaratıyor. Otobüste ayağımıza basıldığında nasıl “rahatsız” oluyorsak, Şeker Portakalı’nın yasaklanmasında da benzer “rahatsızlık” yaşıyoruz. Ne daha önemli, ne daha önemsiz gibi bir algı yaratılıyor. Temel hak ve özgürlüklerin korunmasına ilişkin siyasal kültürün olmadığı ortamda, “rahatsız olmak”, “rahatsız etme”nin gerekçesi haline geliyor. Herkesin “rahatsız” olduğu bir ülkede somut politika üretmemenin kolaycılığına kapılıp, bir yandan da rahat rahat yaşıyoruz.
- Bu sırada da sansür mekanizması her geçen gün daralıyor. Peki akademide bir “kırmızı çizgiler listesi”nden bahsetmek mümkün mü?
- Şu an liste iki noktada belirgin. İlki, Kürt meselesi üzerine çalışmalar. “Barış inşası” söylemine rağmen, akademinin bu konuda özgürleştiğini söylemek mümkün değil. “Açılım” ya da “İmralı süreci”, teknisist bakış açısıyla, bir mühendislik anlayışı çerçevesinde biçimlendiği, Kürt meselesinin toplumsal ve insani anlamda çokboyutlu yapısı bilinçlice görmezden gelindiği için, farklı perspektifler geliştiren bilimsel nitelikli araştırmalar çeşitli aşamalarda, çeşitli mekanizmalarla engelleniyor. İkinci grubu, çevre sorunları ve halk sağlığıyla ilgili meseleler oluşturuyor. Onur Hamzaoğlu vakası bu konudaki en çarpıcı örnek. Önümüzdeki süreçte, bu konudaki kırmızı çizgi, ulusal ve uluslararası sermaye gruplarının çıkarları doğrultusunda daha da belirginleşebilir. Üstelik 2015’e yaklaşırken yeni kırmızı çizgiler de eklenecektir.
- Kimi yayınların yasaklanmasına, hatta bazı çalışmaları yapan akademisyenlerin tutuklanmasına varan baskılar üniversite aktörlerini nasıl etkiliyor?
- Öncelikle üniversite aktörleri çok parçalı bir yapı, kurumsal ve işlevsel boyutları kadar, insani boyutları da var. Mevcut YÖK Kanunu’nda ve şu andaki kanun taslağında, en genel anlamda ifade özgürlüğünün ve özelde de eğitim, öğretim ve araştırma özgürlüğünün öncelikli bir amaç oluşturmadığı açık. Üniversite yönetimleri bu durumdan vazife çıkararak, öğrenciler, araştırmacılar ve akademisyenler üzerinde her türlü baskı, caydırma ve yıldırma yöntemini uygulayabiliyor. Mobbingden soruşturma açmaya, kadro vermemeye, meslekten ihraca kadar çeşitli baskı biçimleri sistemli bir hal aldı. Akademisyenlerse, üniversite fikriyle olan ilişkileri çerçevesinde bu sürece eklemleniyor ya da muhalefet ediyor. Kimi meslektaşlarımız için öğretim üyeliği memuriyet, dolayısıyla amirlerinin emirleri esas. Kimi öğretim elemanlarıysa, iş güvencesizliği başta olmak üzere, çeşitli baskılar nedeniyle yılgın; otosansür uyguluyor. Ancak, sorgulayan, tepki gösteren, örgütlü mücadelede veren çok sayıda öğretim elemanı da var. Özellikle son aylarda akademinin sorunlarını tartışmak ve çözüm üretmek için gerçek bir tartışma ortamı başladı.
- GIT Türkiye de bunlardan biri. Sansüre karşı ne gibi çalışmaları var?
- Özellikle araştırma, eğitim ve öğretim sürecinde öğrencilerin, öğretim elemanlarının ve bağımsız araştırmacıların karşı karşıya kaldıkları baskı ve hak ihlallerini belgelendirmek, veritabanı oluşturmak için çalışıyoruz. Akademik özgürlükler konusunda evrensel normlara sahip belgelerdeki biçimiyle geniş anlamlı “akademik çevre” anlayışından hareket ediyoruz. Bu anlayışta öğretim elemanları olduğu kadar öğrenciler de var. Akademik özgürlükleri savunan uluslararası akademisyen yapılanmalarıyla yakın ilişkideyiz. GIT Türkiye olarak, 2012’de hak ihlaline maruz kalan sekiz öğretim üyesinin örnek vakalarını paylaştık. İkinci dosyayı hazırlıyoruz. Bize ulaşan vakaların sayısı artıkça, genel tabloyu daha net görüyoruz. Üniversitelerde ne tür hak ihlallerinin yaşandığını ana hatlarıyla da olsa sınıflandırabilmeye başladık. Bu, hem hak ihlalleri konusunda bilgilenme ve duyarlılık kazanma, hem de dayanışma ve mücadele yöntemleri için önümüzü açacaktır.
- Size “Bu kadar da olmaz” dedirten sansür örnekleri neler?
- Sansür örnekleri her gün “bu kadar olmaz” dedirtiyor. Önem sıralaması yapmaktan çok her sansür olgusu karşısında ilkesel duruş geliştirilmeli. Kamuoyuna yansıyamamış sansür ya da otosansür vakaları da yaygın. Daha tedirgin edicisi sansür mekanizmasının, sansüre uğrayan düşünce ve üretim biçimlerinin toplumda itibarsızlaştırılmasına, hedef gösterilmesine yönelik boyutu. İtibarsızlaşan, tehdit gösterilen düşünce, ifade ve üretim biçimlerinin sansürü hak ettiği yönünde bir kanaat toplumun geniş kesimlerince içselleştiriliyor. Kısacası daire tamamlanıyor, sansür mekanizması işlevini bütünüyle yerine getiriyor... Sansürün katılaştığı dönemler, aslında zannedildiği gibi devletin en güçlü olduğu noktada değil ama iktidar odaklarının, kendi hegemonik alanlarını koruma konusunda en çok rekabet ettiği dönemlerde yaşanıyor. Sansür, iktidar odakları arasındaki çatışma sürecinde, bir tür kriz yönetimi stratejisi olarak ortaya çıkan kirli bir pazarlığın ürünü.

Ragıp Zarakolu
(Türkiye Yayıncılar Birliği)
İllallah demek bile yasak!

- Okuma yasağı, okul yönetimleri tarafından Steinbeck, Cemal Süreya, Yunus Emre, Kaygusuz Abdal, Salinger gibi yazarlara, Şeker Portakalı gibi klasikleşmiş kitaplara kadar uzanabilirken, nefret söylemiyle dolu kitaplar MEB tarafından tavsiye edilebiliyor. Exupery’nin Küçük Prens’i on yıllardır otosansürle yayımlanıyor. Birçok dünya klasiğiyse ancak “inanç sansüründen” geçmiş, değiştirilmiş basımlarla okullara ulaşabiliyor. Bu, ABD’de 1920’lerde evrim teorisinin ve kimi edebiyat ürünlerinin okullardan ve kütüphanelerden kovulduğu dönemi anımsatıyor.
Birçok yayıncı başına dert almamak için otosansür uyguluyor ya da en baştan sorun çıkaracak kitap yayımlamaktan vazgeçiyor. Zincirlerin kendi beynimizde kurulması, kitapların yargılanmasından daha vahim ama bunu da yadırgamamalı. Çünkü sadece yargılanmak önemli değil, “sorunlu” kitaplar bir de dağıtım engeliyle karşılaşıyor. Bu da yeniden üretim açısından aşılması zor bir ekonomik durum yaratıyor. Buna bir de mahalle baskısı eklenince... Bir de kitapla başka ürün satmak arasında fark kalmadı. AVM merkezi mantığının uzantısı kitapevi zincirleri raftaki kitabı ne kadar hızla paraya dönüştürdüğünü hesap ederken sistemle, tabularla uğraşmak istemiyor.
- Türkiye Yayıncılar Birliği olarak 1990’lardan beri hükümetlere uyarılarda bulunduk, görece iyileştirme, hiç olmazsa ceza erteleme çalışmalarında karınca kararınca katkımız oldu. Örneğin, bandrolün bakanlıkça verilmesinin sansür amacıyla kullanılabileceği uyarısında bulunduk ve sonunda bunun yayın meslek kurumuna verilmesini kabul ettirdik. Türkiye’nin en önemli yazarlarından Enis Batur, “müstehcenlik” iddiasıyla yargılanabildi. Sanat ve edebiyat eserlerinin “muzır yasası” kapsamı dışında kalması için yasada değişiklik yaptırmayı başarınca beraat edebildi. Ama bu sefer de, “sanat ve edebiyat eseri” olmadığı gerekçesiyle başka davalar açıldı. Bu, ciddi zihniyet değişikliği olmadığı sürece, yasakçı kafanın devam edeceğini ve kendine “alternatif” maddeler bulabileceğini gösteriyor. Geçen yıl saptayabildiğimiz kadarıyla 21 yayınevinin ve 41 yazarın, 46 kitabı yargı konusu oldu. 13 kitap önce yasaklandı, dava sonra açıldı. Hemen hepsi Kürt sorununa ilişkin ve dördü Abdullah Öcalan’ındı. Yedi kitabın yargılanması beraatla, sekizininkiyse mahkûmiyetle sonuçlandı. Ben de, yayıncı olarak iki kitaptan mahkûmiyet, ikisindense beraat aldım. Oysa hepsinden beraat etmeliyim çünkü yayıncının sorumluluğu kaldırıldı ama gel de anlat. 1969’dan beri, gazeteci, çevirmen ve yayıncı olarak yargılandım. Elbette 1971 ve 1980 sonraki kitap düşmanlığı ancak Nazi Almanyası’yla kıyaslanabilir. Zaten 20 bini bulan yasak kitap sayısı da ağırlıkla bu dönemlerden ama yasakçı zihniyet “sivil” dönemlerde de devam etti. Toplumda bir “kitap korkusu” yerleşti. 1990’larda onlarca yayıncı hapse girdi. Zamanla birçok “tabu”nun aşılmasıysa bedel ödeyen, cesur yazar, çevirmen ve yayıncılar sayesinde oldu. Sansürcü anlayış, bugün kitaptan çok, interneti hedef aldı. Bunları yasaklatmak, kitaptan daha kolay, bir şikâyet yetiyor.
Şu bir iki yılda “Bu kadar olmaz” dedirten örnekler mi? Elbette Ahmet Şık’ın “İmamın Ordusu” kitabına daha taslak halinde elkonulması ve 1931’de Kâzım Karabekir Paşa’nın “İstiklal Savaşımız” kitabına matbaadayken el konulması… Metis’in yıllıklarının farklı kamptan iki ”mahalle” baskısı nedeniyle sorun yaşaması da ilginç. General Osman Pamukoğlu’nun partisinin yandaşları kitapevlerini tehdit ederek, “Nefret Suçları” temalı yıllığını iadeye zorladı. Oysa kendisinin kitabı da, 4-5 yıl önce, Genelkurmay’ın şikâyetiyle “askeri sırları ifşa ettiği” gerekçesiyle yargılanmıştı. Metis’in “İllallah” başlıklı yıllığıysa, “dindar bir yurttaşın” şikâyeti üzerine, dava konusu oldu. Dava devam ediyor. Yani artık bu sorunlara “İllallah” bile diyemeyeceğiz!


Cumhuriyet Tatil Otel Rezervasyon

En Çok Okunan Haberler