Buruk Bir Bayram Haftası
Geçmek bilmeyen uzatmalı bir bayram haftası boyunca benzer sorunlarla uğraştım durdum. Çocuksu bir “Men dekka dukka” tekerlemesiyle oyalanamadım. Sürüp gidenler ödeşme sevincinden çıktı; kaygı ve korku yüklü bir karabasana dönüşüyor.
Geçen haftada ramazan bayramı ile Kurtuluş Savaşı’nın 30 Ağustos Zaferi’ni birlikte kutladık. Belki mutlu bir rastlantı ama duygular çelişikti. Derinde bir çifte bayram coşkusu yerine içimizde acı bir burukluk vardı.
İslamın geleneksel barış, huzur ve mutluluk bayramında, yurdumuzun uzak yakın köşelerinden şehit düşen askerlerimizin haberlerini alıyor, toplumun acısını paylaşarak hafifletmeye çalışıyorduk.
O kadar ki, her yıl yapılan 30 Ağustos resepsiyonları ve şenlikleri iptal edilirken, demokratik açılımın olumlu bir gelişme süreci açıklanıyordu. Sayın Cumhurbaşkanımız TSK’nin Başkomutanı olarak resmi tebrikleri kabul edeceklerdi. Acı ile sevincin, başarı ile kaybın aynı hafta içinde yaşanması, toplumun varlık belleğinde buruk anılar bıraktı.
Medya, on binlerin katıldığı mutlu ve kutlu iftar sofralarının öncesinde şehitlerimiz için yapılan cenaze törenlerini veriyor; ‘teravih’ ertesi de yaşadığımız zor günlerin ve yakın geleceğin kaygılı yorumlarını yansıtıyordu. Hayatımız çelişik deneyimlerle yüklüydü. Ülkemiz düzlüğe, feraha çıkabilecek miydi? Ne yapalım? Ne yazayım derken...
Kanun hükmünde bir kararnameyle, Türkiye Bilimler Akademisi -kapatılmıyor ama- yalnız adı korunarak yeniden kuruluyordu. Onur üyelerinin yönetim dışında işlevsiz bırakılmasından çok daha önemlisi, Akademi’nin ‘bilimsel özerkliğine’ son veriliyordu. (Bursalı, Cumhuriyet 31 Ağustos 2011).
Tarihten bir yaprak
Evliya Çelebi’nin günümüzün Türkçesiyle ‘Seyahatnâmesi’nde dönüp dolaşırken, “Devlet Ebed” Osmanlı’nın dağılma sürecine girdiği dönemde, Sultan’ın Alman Şansölyesi Bismarck’tan istediği “müneccimler”i hatırladım. Bismarck, Osmanlı Sultanı’na kendi yönetimindeki üç güçlü “müneccim” öneriyordu: “Maliye, askeriye ve ilmiye.” Almanya’nın bu üçlü sistem üzerine kurulduğunu vurguluyordu. Dünya savaşları ve devrimler öncesinde demokrasi ile cumhuriyet henüz gündemde değildi. Günümüzde kamu yönetimi ve söylemi değişti: Maliye, “ekonomik büyüme”; askeriye “milli güvenlik”; ilim ise “teknoloji” oldu. Adlar değişiyor ama “müneccimler” yerlerini, güçlerini ve görevlerini koruyordu.
Müneccimler \t\tdanışman oldu
Modern ve modern sonrası gelişmiş demokrasilerde, Osmanlı sarayının müneccimleri görevi kabul etmeyip Mısır’a dönen Taküyeddin dışında bugün danışman oldular; siyasal erkin danışmanlığını, demokratik yönetimle iletişim devriminin pazarlamasını ve medyanın toplum mühendisliğini yapıyorlar.
Çoğu ülkeler, “küreselleşme” yanılgısından ve yenilgisinden ders almadı; sürüklendikleri global krizden “tüketim” söylemi ve refah ekonomisiyle çıkmaya; boş hazinelerin değersiz kâğıtlarıyla geleceğe borçlanarak sanal bir büyümeyi sürdürmeye çabalıyor.
Bu ortamda, ulusal bağımsızlığı ve insan onurunu savunan silahlı kuvvetler, uluslararası sermayenin başlıca hedefi haline geldi. Silahlı kuvvetlerin vesayeti (direnmesi) kırılırsa refahın ve demokrasinin gelişeceği söylemi yayılıyor. Bu ideolojiyi savunanlar, dış politikada silahlı kuvvetlerini kullanmaktan geri kalmıyorlar.
Bilim, yerini ilime, saygınlığını teknolojiye ve işlevini iletişime terk ediyor. Varsa yoksa teknoloji. Teknolojinin yarattığı sorunların çözümü gene teknolojide aranıyor ve arandığı yerde bulunuyor. Teknoloji, yakıt tüketimini, yakıt tüketimi sera gazı salımını arttırıyor. Ülkeler büyük borç krizine giriyor. Bol ve bedava tüketime, refaha koşullanmış toplumlarda kemer sıkma politikası çözüm üretmiyor. Daha fazlaya koşullanmış kitleler daha aza razı olmuyor. Popülist demokrasiler, özerk bilimin uyarılarını dinleyeceğine, sesini kısmaya çalışıyor.
Bilimsel araştırmalar
Bilimsel araştırmalar, iklim değişmesine, çevre kirlenmesine, doğal kaynakların hesapsız tükenmesine karşı, çevre korumayı, yenilenebilir enerjiyi, insan ve doğa dostu teknolojileri önerirken; medyaya egemen güçler sanal büyümenin sürdürülebilirliğini savunuyor. Komşu Yunanistan’ı iflasın eşiğine getiren cari açık kapımızda bizi uyarıyor ama uyandırmıyor. Maliyeciler, Portekiz’in acil durumunu açıklarken, ülkemizin Cari açık /GSYİH (Gayri safi yurtiçi hasıla) oranında, Portekiz’den daha kötü durumda olduğu gerçeğini kamuoyundan gizliyor. Sınırlı olanaklarıyla Afrika’nın büyüyen sorunlarına derman olmaya çalışan halkımız kendi yoksulluğunu unutmaya mı çalışıyor?
Büyük kent meydanlarında on binlere açılan iftar sofraları, bedava yollar, köprüler, yüksek hızlı tren yolculukları, büyüyen ekonominin refah göstergeleri miydi? Yoksa yapısal yoksulluğun örtünen cömertliği mi? Bilimsel araştırmalar, kemerleri sıkın, tüketimi kısın, işsizliği azaltın, tasarrufları, yatırımları ve üretimi artırın derken... Cari açık ikiye katlanırken, ‘onurlu bir yaşama’ mı yöneliyoruz yoksa ‘sanal bir umuda’ mı?
Çocukluğumda, ne olduğunu, nereden geldiğini bilmeden “Men dekka dukka” derdik. Şimdi bunun bir tür ‘ödeşmek’ sözü olduğunu öğrendim. Acaba kim kimle ödeşiyor? Demokrasi Cumhuriyet’le mi, devlet askerle mi, ideoloji bilimle mi? Yoksa inanç âlemi kendi aklıyla mı?
Geçmek bilmeyen uzatmalı bir bayram haftası boyunca benzer sorunlarlarla uğraştım durdum. Çocuksu bir “Men dekka dukka” tekerlemesiyle oyalanamadım. Sürüp gidenler ödeşme sevincinden çıktı; kaygı ve korku yüklü bir karabasana dönüşüyor. İyimserlikle karamsarlığın ara kesitinde kararsız kalmanın acı burukluğunu yaşıyorum.
Geçmiş bayramınız kutlu, gelecek bayramlarımız mutlu olsun.
En Çok Okunan Haberler
- Korgeneral Pekin'den çarpıcı yorum
- Suriye'yi nasıl terk ettiğinin ayrıntıları ortaya çıktı!
- Petlas'tan o yönetici hakkında açıklama
- Colani’nin arabası
- Nevşin Mengü hakkında karar
- 3 zincir market şubesi mühürlendi
- Geri dönüş gerçekten 'akın akın' mı?
- Komutanları olumsuz görüş vermedi, görevlerinden oldu
- 148 bin metrekarelik alan daha!
- Müge Anlı'nın eşine yeni görev