Cadı Avına Dikkat!..
Henüz basılmamış bir kitabın bütün nüshalarına el koyulması, bambaşka bir gerçekliği gündeme getirir. Bu, bir düşünce ve bilginin kamuoyuna ulaşmasının kamu gücü eliyle engellenmesidir. Yani bilinen adıyla düşüncenin sansürüdür.
Modern hukukun en problemli alanlarından, en karmaşık ve tartışmalı konularının başında “güvenlik” ile “özgürlükler” arasındaki dengenin sağlanması gelmektedir. Eğer güvenlik ile özgürlükler arasında sağlam, rasyonel bir denge ve çizgi oluşturulamaz ise, bu iki olgu/değerden birini diğerine feda etmekle karşı karşıya kalınır.
Toplumların yaşamında bazı dönemler, bu dengenin oluşturulamadığı zor zamanlardır. Bu zor zamanlarda, insanlar bazen yaratılan paranoyaların, bazen de yaşanılan mevcut veya potansiyel tehlikenin etkisiyle, genelde düzen ve güvenlik uğruna özgürlüklerin çiğnenmesine, rafa kaldırılmasına ses çıkarmaz, hatta destekler.
Ünlü Amerikalı yazar Arthur Miller’ın “Cadı Kazanı” adlı oyununda, 17. yüzyıl Amerikan toplumunda, cadılar paranoyasının toplumu ne hale getirdiği çarpıcı bir şekilde anlatılır. 20. yüzyılın başında Amerikan Federal Yüksek Mahkemesi’nin yargıçlarından birisi, yazdığı karşı oy yazısında “İnsanoğlu cadılardan korktu, ancak kadınları yaktı” diyordu. II. Dünya Savaşı’nın hemen ertesinde ABD’de başlayan ve McCarthy’cilik dönemi olarak tanımlanan zamanlarda insanlara yönelik karalama ve cezalandırma uygulamaları cadı avı olarak bilinir. Daha yakın zamanlardan bir başka örnek ise yine ABD’de 11 Eylül 2001 saldırılarından sonra Amerikan toplumunun, güvenlik ve düzen kaygısıyla, bireysel özgürlüklerin askıya alınmasına verdiği destektir.
Zor zamanlar
Son yıllarda ülkemizde düzen ve güvenlik ile özgürlükler arasındaki dengenin giderek düzen lehine sapma gösterdiği, terör ve darbe tehdidi, tehlikesi gerekçesiyle temel hak ve özgürlüklerin çiğnenmesine sessiz kalındığı görülüyor. Özgürlüklerin askıya alınması ve hak ihlallerinin gerekçesi olarak geniş kesimlerin özgürlüklerinin korunması gündeme getiriliyor. Toplumun çoğunluğunun özgürlüğünün korunması için, bireysel özgürlüklerden feragat edilmesinin kaçınılmazlığından dem vuruluyor. Türkiye toplumu, sık sık olduğu gibi zor zamanlarından birini daha yaşıyor. Bir toplumda özgürlüklerin askıya alınması ve hak ihlalleri, her zaman bir paranoyadan kaynaklanmaz; bazen de özgürlük kısıtlamasına varan olaylar gerçek ve somut olgulara dayanır. Bir başka deyişle, özgürlüklerin kısıtlanmasında etken olan durum ve neden içi boş, kof bir paranoya ve soyut bir tehlikeden ibaret değil, tersine somut ve gerçektir. İşte, sorun tam da burada çıkar. Toplum kamplara ayrılır. Olayların ve olguların değerlendirilmesi, bir kesimden diğerine tamamen farklılaşır. Hakikatler bu kamplaşmada geri plana itilir. Algılar öne çıkar ve artık gerçeğe göre değil egemen olanın, çoğunluk olanın arzularına göre yeni bir düzen ortaya çıkar.
İfade özgürlüğü
Son günlerde yaşanan “basılmamış kitaba el koyma” olayına da bu pencereden bakmak gerekir. Basılmamış bir kitabın tüm nüshalarına el koyulması, ifade özgürlüğü ve türevi olan basın özgürlüğü bağlamında çok tehlikeli, endişe verici bir gelişmedir. Bilindiği gibi üyesi olmaya çabaladığımız Avrupa mekânının demokrasi standartlarında, ifade özgürlüğü demokratik bir toplumun temeli olarak kabul edilmektedir. İfade özgürlüğü genel kabul gören, zararsız ya da sarsıcı olmayan düşünce ve bilgiler için değil, tersine, esas olarak toplumun çoğunluğunca tepki duyulabilecek olan, zararlı olarak görülebilecek sarsıcı düşünce ve bilgiler için var kabul edilmektedir. Yani özgürlük, zaten genel kabul gören düşünceler için gerekli olmaktan çok, kabul görmeyen aykırı düşünceler için gereklidir.
Kitap=Bomba
El koymaya ilişkin idari ve adli tasarrufun haklılığı noktasında ileri sürülen bazı görüşlerin kabulü halinde nasıl demokratik bir toplum olduğumuz zor sorusu ile karşılaşmak kaçınılmazdır. İleri sürülen argümanlara baktığınızda, “bunun henüz bir kitap olarak adlandırılamayacağı”, “kitap değil, örgütsel dokümandır”, “el koyma kararının kitabın içeriğinden bağımsız olarak verildiği”, “el koyma kararına konu olan kitap taslağının, yasadışı silahlı bir terör örgütünün yönlendirmesi ve talimatıyla yazılmış olduğu” gibi gerekçeler dile getirildiği görülmektedir.
Askeri darbeler dönemlerinin yarattığı tehlikeli bir söylem de, örgütsel dokümandır. Yargı pratiğinde ve toplumsal algıda gerçeğin üstünü örten bir perde olarak kamuoyunda o kişiyi peşinen karalama ve itibarsızlaştırma aracı olarak kullanılan bu örgütsel doküman söylemi açık ifade edelim, bir yanıyla kara mizah, diğer yanıyla muhatapları açısından bir karabasandır. Bir kişi eğer yasadışı örgüt üyeliği suçlaması ile aramaya maruz kalmışsa, artık o kişinin nezdindeki her belge, kitap artık örgüt dokümanı olarak adlandırılmaktadır. Bu örgütsel doküman nitelemesi, her belgeye içeriğinden bağımsız olarak bakıldığından boş kâğıtlara kadar götürülebilmektedir.
Hatta, uç bir örnek olarak kitap (dolayısıyla kitapta dile getirilen düşünce ve bilgiler) bir bombaya, kitap taslakları da bir bomba yapımında kullanılan malzemelere benzetilmiştir. El koyma, cezalandırma, yasaklama olgusunun temelinde eğer yukarıda aktarılan anlayış ve zihniyet bulunuyorsa -ki bugüne kadar görünen gerçeklik budur- o takdirde, ülkemizin demokratik bir toplum olduğunu iddia etmek, demokratik açıdan ilerlediğini söylemek abesle iştigal etmektir.
Düşüncenin sansürü
Bir kitap çalışmasını, içerdiği düşünce ve bilgilerden bağımsız olarak ele almak, kitapta aktarılmak istenen düşünce ve bilgileri değil, kitabı kimin hazırladığı, kimin yazdığı ya da kimin yazdırdığı, kimin işine yaradığı, yarayacağından hareketle kitap yasaklamak nasıl kabul edilebilir? Gerçekten, böylesi bir durumda kitap yazması ya da düşünce ve bilgilerini aktarması kabul edilebilen kişiler ve kabul edilmeyen kişiler ayrımı yapmış olmaz mıyız?
Örneğin, bugün ülkemizde serbestçe yayımlanan kitapların varlığını nasıl izah edeceğiz? Eğer, kitabın içeriğinden bağımsız olarak, kitabın yazarı hakkında bir suç soruşturması yapılıyorsa, bu anlaşılabilir bir duruma işaret eder. Ancak, bu durum yazılan ya da yazdırılan kitapla ilgili bir konu değildir. Ya da anılan kitap çalışması, kitabın yazarına yöneltilen suçlamanın dayanağı, kanıtı olabilir ki, bu durumda da kanıt olarak kitabın bir ya da birkaç nüshasına ihtiyaç olabilir.
Oysa, henüz basılmamış bir kitabın bütün nüshalarına el koyulması bambaşka bir gerçekliği gündeme getirir. Bu, bir düşünce ve bilginin kamuoyuna ulaşmasının kamu gücü eliyle engellenmesidir. Yani bilinen adıyla düşüncenin sansürüdür. Ortaçağda kaldığını düşündüğümüz bu uygulamaya destek verenleri gördükçe, acaba hangi kaygılar bu kişileri karanlık ortaçağın anlayışını sahiplenmeye dek götürüyor diye düşünmeden edemiyoruz. Son söz olarak söylemek gerekir ki, bugün Ahmet Şık örneğinde yaşadığımız gerçeklik, cezalandırılan ya da tutuklanan Ahmet Şık’ın bedeni ya da düşüncesi değil, onun şahsında bütün toplumun özgürlüğünün elinden alınmasıdır.
En Çok Okunan Haberler
- Rus basını yazdı: Esad ailesini Rusya'da neler bekliyor?
- Türkiye'nin 'konumu' hakkında açıklama
- İmamoğlu'ndan Erdoğan'a sert çıkış!
- Kalın Colani'nin yolcusu!
- Çanakkale'de korkutan deprem!
- Naci Görür'den korkutan uyarı
- Erdoğan'a kendi sözleriyle yanıt verdi
- Kurum, şişeyi elinin tersiyle fırlattı
- 35 milyon TL değerinde altın sikke ele geçirildi
- Türkiye'den Şam Büyükelçiliği'ne atama!