Cesur ve kararlı olmak

Devlet tüzelkişiliği, egemenlik hak ve yetkisi donanımıyla birlikte oluşur. Sosyolojik gerçekler bize; devlete egemen olan gücün egemenliği; sömürü amacıyla baskı aracı olarak kullandığını göstermektedir.

Yayınlanma: 28.05.2020 - 06:00
Cesur ve kararlı olmak
Abone Ol google-news

Avukat BURHAN ÖĞÜTCÜ

Avukat OKTAY KÖK

Yapılan baskılar, “sınıfsal mücadeleyi” körüklemektedir.. “Sınıf mücadelesi”, 1789 Devrimi’nde olduğu gibi, “birey hak ve özgürlük mücadelesi”ni de kapsamaktadır. Bu bağlamda insanlık tarihi, insan hak ve özgürlüklerinin mücadelesi olup bu mücadeleler sürüp gitmektedir. Yapılan mücadeleler; tarihsel süreç içinde, egemenlik yetkisinin bu şekilde kullanımının sınırlandırılması sonucunu doğurmuştur. Yapılan sınırlandırmalar, hukuksal metinlere bağlanmış; devlet egemenliği hukukla sınırlandığından, “hukuk devleti” kavramı oluşmuştur.

Süregelen mücadelerle hak ve özgürlükler kapsamının daha da gelişmesi ve genişleyip güçlenmesiyle “hukuk devleti”, “çağdaş” bir niteliğe bürünmüştür. Çağdaş niteliği gereği “hukuk devleti” artık sadece “hak ve özgürlükler” içeriğiyle değil, “etik ve ahlaki değerler”le bezenmiş özellikleri ve “hukukun evrensel ilkeleri”yle kabul görmektedir.

Ancak devlete egemen olan güçler; hukuk devletinin hayata geçirilmesine karşı durdukları için, mücadele sürmektedir. Ülkemiz açısından hukuk devletinin çok önemli iki öğesini inceleyelim.

ERKLER AYRILIĞI

Erkler ayrılığı, 1648 Westphalia Antlaşması’ndan bu yana, dünya sistemini oluşturan devletlerin temel özelliği olan egemenliğin; yasama, yürütme ve yargı erklerinin birbirinden bağımsız ve yetkili organlar arasında paylaştırılmış şekilde icra edilmesidir.

bağlamda ülkemizdeki duruma bakalım: Yasama erki TBMM’ye ait olup çoğunluk milletvekilini partili Cumhurbaşkanı (CB) belirlemiştir. Yürütme erki ise son derecede geniş yetkilerle CB’ye aittir. Yargı konusuna gelince; son derecede kritik kararları alan “Hâkimler ve Savcılar Kurulu” Adalet Bakanı (Başkan), Adalet Bakanı Müsteşarı, TBMM’ce seçilen 7 üye ve Cumhurbaşkanlığı (CB) tarafından seçilen dört üyeden oluşur.

Adalet bakanı ve müsteşarı CB atamış, TBMM çoğunluğunu oluşturan parti milletvekillerini ise CB belirlemiştir. Şu halde HSK üyeleri doğrudan ya da dolaylı olarak cumhurbaşkanınca belirlenmektedir Özetle tüm erkler tek elde, CB’de toplanmıştır..

Oysa,1789 Fransız Yurttaş Hakları Bildirgesi madde 16: “Hakların güvence altına alınmadığı ve olmadığı ve erkler ayrılığının olmadığı anayasa, anayasa sayılmaz.”

Jean - Jacques Rousseau’ya göre de; “yasama, yürütme, yargı iç içe geçmişse, özgürlükler garantide değilse, anayasa yok demektir. Kuvvet kimdeyse o hâkimdir.” Sonuca bakarsak, son anayasa değişikliğiyle artık; “erkler ayrılığı” değil, “erkler birliği”; yaygın belirlemeyle “tek adam rejimi”nden söz edilmektedir.

YARGI

Anayasa ve yasalarda yazılı olsa da; yukarıdaki açıklamalarımıza göre yargı; “bağımsız ve tarafsız” olamaz. Olabilmenin önşartı, anayasa madde 159’un değişmesidir.

En azından öğretsel olarak durum budur ama uygulamayı da görmek gerekir:

- Yurttaşlarımızın yargıya güven oranı yaklaşık yüzde 30’dur.

2020 indeksleri:

- Hukuk Devleti indeksi: Türkiye, 128 ülke arasında 107. sıradadır.

- Dünyada Özgürlük indeksi: Türkiye, “özgür olmayan ülkeler” kategorisindedir.

- Dünya Basın Özgürlüğü indeksi: Türkiye, 180 ülke arasında 154. sıradadır.

- Bertelsmann Vakfı Dönüşüm indeksi: Türkiye, ilk kez “ılımlı otokrasi” olarak nitelendirilmiştir.

Bu endekslere yansıyan kötüleşmede yargının durumunun en fazla pay sahibi olduğu muhakkaktır. “Özgür ve bağımsız” avukatların yürütmesi gereken avukatlık mesleğinin niteliği gereği avukatlar, hâkimin yardımcısı değildir, memur da değildir ve devletin vesayetine tabi kılınamaz. Ancak uygulamadaki durum oldukça kötüdür, şöyle ki: Tutuklu Avukatlar İnisiyatifi’nin tespitleri’ne göre, 605 avukat tutukludur; 345 avukat hakkında toplam 2 bin158 sene hapis cezası verildiği gerçeği durumun vehametini göstermektedir. Hal böyle iken avukatlık kanunu değişikliği gündeme getirilmiştir. Tartışılan değişikliklerin hiçbirinin anayasaya, yasalara, uluslararası kurallara uygunluğu ve hayata geçme olasılığı yoktur. Bunlar yerine, artık yargıyı da aşarak toplumsal bir sorun haline gelen “işçi - avukat” ve dağ gibi biriken diğer sorunların çözümüne odaklanmak gerekir.

SON SÖZ

Hukuk devleti, yargı ve savunmanın bu hazin duruma gelmesinde elbette ki iktidarın payı büyüktür. Ancak TBB Başkanı ve bir kısım barolar ve özellikle “dünyanın en büyük barosu” olan İstanbul Barosu başkan ve yönetiminin rolü çok büyüktür. İstanbul Barosu hukuksuzluklara karşı “cesur ve kararlı” davranamamış; “icazeti muhalefet” ve “retorik söylemler”le hukuksuzlukları geçiştirmeye çalışmış, sonunda hukuksuzluğun boyutu İstanbul Barosu tüzelkişiliğinin kapısına dayanmıştır. Oysa 50 bine yaklaşan mevcudu ve “dünyanın en büyük barosu” sıfatıyla İsJsuzluklara karşı durabilecek potansiyele sahiptir. Mevcut yönetimin mücadele azim ve cesaretinin olmadığı görülmektedir. Bu bakımdan, İstanbul Barosu başkan ve yöneticilerinin şahıslarını bir yana koyarak; baro tüzelkişiliğinin yanında yer almak ve direniş gösterebilecek yeni bir baro yönetimini oluşumu için çaba göstermek en doğru seçenek haline gelmiştir.

MEMLEKETİMİZDEN ‘HUKUK DEVLETİ’ MANZARALARI

Tutuklu Avukatlar İnisiyatifi’ne göre; 605 avukat tutuklu; 345 avukat hakkında 2 bin 158 yıl hapis cezası verildi.

BARO SEÇİMLERİNDE ‘NİSBİ TEMSİL’ NE KADAR MASUM?

ÇOKLU BARO KADAR SAKINCALI

Avukat KÜRŞAT KARACABEY

ESKİ TBB YK ÜYESİ

Son günlerde baro organlarının seçim sistemi değişikliği, bir kez daha ülke gündemine taşındı. Bu gibi tartışmaların çoğu kez gündem karartma amacıyla kullanıldığı bilinmektedir. Ne var ki bu kez asıl amaç bundan ibaret gözükmemektedir. Asıl amacı teşhis için öncelikle şu tespitin yapılması gerekiyor:

Son yıllarda bu özelliği askıda olsa da Türkiye Cumhuriyeti, demokratik bir işleyiş üzerine kurgulanmıştır. Ne var ki özellikle nevi şahsına münhasır Cumhurbaşkanlığı hükümet sistemi sonrasında, bürokratından bakanına değin bilumum kamusal otorite, cumhurbaşkanının irade ve onayı dışında inisiyatif oluşturamaz, yetki kullanamaz hale gelmiştir. Bu durum, kamusal aygıtı sağlıklı işleyişten uzaklaştırmıştır.

MECBUR VE MAHKÛM...

Toplumsal dinamiklerin sürece katkı sunabilme şansı daha da vahim bir manzara arz etmektedir.

Eleştirel bakış açısına sahip basın yayın kuruluşları ve hatta bireyler, türlü baskı ve tehditlerle seslerini kısmaya mecbur ve mahkûm bırakılmışlardır. Böylesi bir atmosferde meslek örgütleri; gerektiğinde ses veren, itiraz edebilen kurumsal yapılar olarak suskun halkın geleceğe inancını diri tutan, ona moral kaynağı olan birer umut kalesine dönüşmüşlerdir.

İşte şimdilerde, barolardan başlanarak bu kalelerin de teslim alınması istenmekte, adeta toplumun son soluk borularının kesilmesi planlanmaktadır. Sürecin anlamına yönelik bu genel açıklamadan sonra, gelelim baroların seçim sistemlerinin değiştirilmesi planlarına...

‘ÇOKLU BARO’ YAPILANMASI

Son günlerde hükümet ve hükümetin yaklaşımını benimseyenlerin, ısrarla ve planlı bir şekilde, özellikle “çoklu baro” yapılanmasını tartışmaya açtıklarına, bunu yer yer eleştirdiklerine ve bu tartışmayla asıl proje olan seçim sisteminin değiştirilmesi olgusunu gölgelediklerine tanık olmaktayız. Kanımızca bu bir, “ölümü gösterip sıtmaya razı etme” taktiğidir.

Çünkü “çoklu baro” formülü, ayrışmayı ve bölünmeyi açıktan ifade ettiği için, bu projenin arkasına kamuoyu desteğini almak çetin bir sorundur. Bundan başka mevcut adli sistemin altyapısı, böylesi bir tasarlamayı kaldırabilmekten uzaktır. Bu nedenlerle “çoklu baro” önermesinin, hayata geçirilebilmesi mümkün değildir.

Buna rağmen “çoklu baro”nun tartışmada tutulması; insanları “nisbi temsil”e razı kılmak ve yapmacık eleştiriler gerekçe gösterilerek “bak sizi daha büyük bir tehlikeden bertaraf ettik, artık buna da razı olun” diyebilmek içindir. Oysa ki aşağıda açıklanacağı üzere “nisbi temsil” adı altında getirilmek istenilen değişiklik, en az çoklu baro kadar sakıncalıdır.

HAKLAR TIRPANLANIYOR

Çünkü tasarlanan haliyle “nisbi temsil” sistemi; özel olarak barolar, genel olarak tüm meslek örgütleri ve giderek bilumum sivil toplum kuruluşlarının demokratik örgütlenme ve buna bağlı olarak demokratik işleyişe katkı sunma hak ve yeteneklerini esaslı şekilde tırpanlamayı hedeflemektedir.

Şöyle ki: Yürürlükteki mevzuatımıza göre, öngörülen kıdem şartını haiz her bir avukat, baro seçimlerinde her organa bireysel olarak aday olabilmektedir. Bir kısım adayların özgür iradeleri doğrultusunda fiilen oluşturdukları listelerin ise hukukta hiçbir karşılığı bulunmamaktadır. Asıl olan bireysel adaylıktır. Nitekim bu çerçevede, şayet yönetim kurulu 7 kişiden oluşuyorsa, adaylara verilen oylar bireysellik esasına göre sayılır; seçime hangi listeden veya bağımsız olarak girip girmediklerine bakılmaksızın en çok oy alan ilk yedi aday yönetime seçilir. Aynı esas, üst kurul delegeliği dahil her organ için böyledir.

Taktir edileceği üzere seçimin böyle yapılması ve sonuçlandırılması, demokratik ilke ve esasların olmazsa olmaz gereğidir de... Şimdi “nisbi temsil” adı altında dayatılan tasarıda ise seçilme yeterliliği için, sırf aldığı oya bakılmaması, aynı zamanda hangi listeden aday olduğunun da gözetilmesi gereği öngörülmektedir. Ayrıca mevcudu çok olan barolarda ilk yüz kişiden arta kalan her bin kişiyi 1 delegenin temsil edeceği müjdelenmektedir(!)

ARİSTO’NUN KEMİKLERİ...

Bunun ne anlama geldiğini, somut örneklemle açıklamak uygun olacaktır. 2019 yılı sonu verileri itibarıyla örneğin Bayburt Barosu’nun 30, Tunceli Barosu’nun 42, İstanbul Barosu’nun 46 bin 52 kayıtlı üyesi bulunmaktadır.

Yeni tasarıya göre Türkiye Barolar Birliği Genel Kurulu’nda; Bayburt ve Tunceli Barosu’nda yaklaşık her 10 avukatın bir oy hakkı, buna karşılık İstanbul Barosu’na kayıtlı avukatlardan 960’ının bir oy hakkı olacaktır. Demokratik anlayışla izah edilemeyecek bu yaklaşımın, binlerce yıl önce yaşamış Aristo’nun bile kemiklerini sızlatacağı çok açıktır. İşte barolara ve diğer meslek örgütlerine dayatılan yeni seçim sistemi budur.

Böyle bir sistemin, demokratik değerleri inkâra ve diktatörlüğün kurumsallaşmasına yol açacağı ve bu yönüyle gerisin geriye gidişe milat olacağı ortadadır. Bunun dışında Türkiye’nin birlik ve bütünlük tablosuna, hukukun üstünlüğüne ve yargı bağımsızlığına yönelik ağır bir darbe oluşturacağı da muhakkaktır.

DEMOKRASİNİN EN KIRMIZI ÇİZGİSİNİN İHLALİ

Anılan değişiklik yapıldığı taktirde ortaya çıkacak sonuçlar özetle şöyle gerçekleşecektir: Birinci olarak nisbi temsilin gerçekleşebilmesi için zorunlu olarak, meslek örgütlerinde bu kez parti benzeri resmi gruplar oluşacaktır. Seçimlerde bireysel olarak üyeler değil bu gruplar yarışacaktır. Bu gurupların etnik, dinsel, mezhepsel ve hatta tarikat yönlendirmesi temelinde gerçekleşeceğini tahmin etmek zor olmasa gerektir.

Dolayısıyla her bir avukat veya meslek mensubu üye önceden damgalanacak; artık vatandaşlar seçim yaparken hangi gruba üye meslek mensubunu tercih etmenin artıracağı şansı hesap edeceklerdir. Böyle bir tablonun; ülkenin birlik ve bütünlüğüne, meslek etiğine, yurttaşların hukuka güven duygusu ile adalete erişme inancına nasıl darbeler indireceği Türkiye özelinde kolay tahmin edilebilecek sonuçlardır.

Bundan başka, bir listede bin oy alan bir aday yerine, nisbi temsilin tanımlayacağı kotalar uyarınca, başka bir listeden yüz oy alan bir aday seçimi kazanabilecektir. Bu sonucun, demokrasinin en kırmızı çizgilerinin karartılmasından başka bir anlam taşımayacağı ve artık bambaşka bir yönetim anlayışına yol verdiği yeterince açıktır. Bütün bu nedenlerle, sıradanlıkla değerlendirilmesi tehlikeli olan söz konusu girişimle talep edilenin, sarı öküzlerin sonuncusunu talep etmekte olduğunun kavranılması gereği, her bir yurttaş için tarihi bir sorumluluktur.


Cumhuriyet Tatil Otel Rezervasyon

En Çok Okunan Haberler