Çuf Çuf, Gool!
Sevgili Okuyucular, eğer Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde söylenenler ve yapılanlar röportaj niteliğinde bir komedi konusu olsa, eğlenceli bir sahne yapıtı olabilirdi. Roman olsa kimse okuyup sonunu getiremez. Fakat dünya bu politik seçimler bağlamında gerçekte bu kadar duyarsız değil. Bu yazıyı da bizim toplumun tutumundaki farkı anlatmak için yazdım.
Geçenlerde Sarkozy’nin mahkemesi ile ilgili uzun bir yazıdan dünyada açların durumunu ve zenginlerin kaygısızlığını anlatan genç bir yabancı şairin dizelerini okumuştum. Bu dünyanın her köşesinde görülen bir sahne.
Hırsızlıktan şikâyet etmiyordu
Yalanlardan da
Bu ikisi olmasa
Karnı doymazdı
Hırsızlıkla politika arasındaki ilişkiden
Haberi yoktu
Aç olduğu için çalıyordu
Ona birilerini gösterdiler
Onları tanıdı
Hırsız dediler
Oyunu onlara verdi
En çok aç Hindistan’da var. Onun için Hintlilerin gözleri güzeldir. Açların gözbebekleri büyük olur. National Geographic Dergisi uzun yıllar önce küçük bir Afgan kızının gözleri dehşet içinde açılmış bir portresini yayımlamıştı. Dünya o resmi unutmadı. Böyle aç ve korku içinde insanları varlığını Afrika’da, Amerikalar’da, Asya’nın her köşesinde gördüm. Türkiye’de de güzel gözlü insan çok ama, aç pek görmedim. Bizdeki güzel gözlülük açlıktan değil, aç gözlülükten kaynaklanıyor olmalı!
Bayramda yanlış bir yola girerek Batı Ege kıyılarında birkaç tatil kasabasından geçmek bahtsızlığına uğradık. İnsanlar üst üste, evler, oteller üst üste, iğne atsan yere düşmez.
Dünyanın en çirkin yapıları, plansız yerleşme curcunası dünya güzeli kıyıları, yeşil yamaçları doldurmuş. Küçük kasabaların tek yollarında trafik(!) olduğu için hareket yok!
Bu kıyılar Cote d’Azure, Amalfi-Sorrento, Florida ile karşılaştırılabilir. Üst üste yığılmış Güney Amerika kentlerinin favela’ları gibi, plansız, düzensiz doğayı böylesine harcayan duyarsızlık ancak toplumun cehalete dayalı aç gözlülüğü ve estetik duyarsızlığı ile açıklanabilir. Hiçbir çağdaş toplumun dünya güzeli doğayı bu kadar çirkin yerleşmelerle işgal etme hakkı olmamalı.
Çirkin yapıları bir mimarla konuşuyorduk. Halkımız temelde yolsuzluk ve açlıktan söz etmiyor. Bunları yaşamın doğal bileşenleri olarak kabul ediyor. Yollar tıkalı, uçaklar dolu. Halk sıkıntı çekiyor, ama mutlu görünüyor.
BULDUĞUMUZ YANIT
Bazı insanlar neden şikâyet ediyorlar diye düşünürken çocukluğumuzu anımsadık. Oyuncakların pek sınırlı olduğu 1930’lu yıllarda ve İkinci Dünya Savaşı sırasında en pahalı ve çok sevilen oyuncak raylar üzerinde elle yürütülen küçük trenlerdi. Beyoğlu’undaki galiba bir tek oyuncakçı dükkanında vardı. Çocuklar onu Çuf! Çuf! diye elle yürütürlerdi.
Nedense çok çekici bir oyuncaktı. Paraları olan aileler için. Fakirler için topraktan boyalı zıp zıplar ya da küçücük toplar gözde oyuncaklardı. Onlarla da bayram ederlerdi. Bayram, çirkinlik, vurdum duymazlık, oyuncak diye oradan buradan söz ederken akıllı bir kadın arkadaş ‘Ben halkın neden mutlu olduğunu anlıyorum. Bizim halk raylı yürüyen trenleri olan eski zaman çocukları gibi. Yollarımız var. Arabalarımız var. ‘Bir elinde cımbız, bir elinde ayna, umurunda mı dünya!’ diyen çocuklar. Bu halk büyümemiş çocuklar gibi. Yollar arabalar raylı trenler. Çuf!, çuf! Mutlu, kim gibi diye sormayın!’ Böylece halkın davranışlarına bir yanıt bulduk.
Bilgi yok. O olmayınca akla da gereksinme yok. Demokrasi, hükümet, oy, eğitim yolsuzluk, hırsızlık. Önemli değil!
Çuf!, Çuf ve Goool ! Mutluyuz.
Ne zamana kadar? Benzin alacak paramız kalmayana kadar! Bunun yanıtını da politikacılardan, hükümetten, üniversitelerden, ekonomistlerden öğrenemediğimize göre yollarda kaldığımız günleri beklemek gerek!
Sevgili Okuyucular,
Ülkenin sorunları çufçufçularla bitmiyor. Bu ülkede arabası olmayan olandan fazla. Fakir olan olmayandan fazla. Kirada olan evi olandan fazla. İşsiz ibadullah. Saymaya başlayınca dertler insanı korkutacak düzeyde. Uluslararası istatistiklere ve öngörülere, eğitimin içine düştüğü bunalıma, bürokrasiye egemen ehliyetsizliğe, uzmanların neredeyse saf dışı edilmesine, kentlerin kargaşasına, doğanın tahribine, tarımın yetersizliğine, demokrasinin, adaletin, bütün evrensel standartların altına düşen durumuna bakınca düşünen insanların paniğe kapılmaması, halkın işine gidip gelmesi, fakir, zengin, cahil, aydın, yandaş, muhalif milyonların Mısır’dan, Pakistan’dan, Hindistan’dan kendilerini daha iyi hissetmelerinin bize özgü bir nedeni olması gerek.
Daha az şikâyet etmelerinin bir nedeni olması gerek.
4 TEMEL GERÇEĞİMİZ
Bunlardan birisi hep fakir yaşamış bu toplumun görece kanaatkârlığı. İkincisi geleceği görmeyi engelleyen ve dünyayı öğrenmesine engel olan cehaleti. Üçüncüsü her şeyi saptıran ve cahili, sorgu soramayanı yönlendiren devlet propagandası.
Dördüncüsü toplumsal cehaletin bütün kurumları eline geçirmesi. Fakat kanımca bunlar yeterli değil. Bunlara futbolculuk, çufçufçuluk, ‘başbakan hırsızsa ben de hırsızım’ deyicilik de katılabilir. Bu benim tarihden bildiğim, boyutlarını anladığım bir hastalık değil. Bilinen analizlerle anlaşılan basit bir sıradan bir olgu da değil. Buna ad olarak genetik toplumsal cehaletin çağdaş deformasyonu diyebilirsiniz.
Sınırsız iletişim ile, kapitalistlerin sürekli beyin yıkayarak dünya halklarını yönlendirdikleri tüketim hastalığı, yani bir tür çocuklaşmış toplumların çuf çuf sevgisi olarak da görebilirsiniz.
Küresel ısınmaya paralel, önüne geçilemeyecek bir felaket habercisi olarak da görebilirsiniz.
Bu belalar kapımızda. Bu Nuh Tufanı değil. Felaketi çağıran, insan. Gaia kuramının İngiliz yaratıcısının dediği gibi, dünyanın başındaki en büyük bela İnsan! Binlerce yıllık bilgeliğin adam edemediği insan dediğimiz hayvanlar, dünyanın ortak sahipliği konusunda anlaşamadılar. Bölüşmeyi, herkese yetecek kadar vermeyi, isteklerini sınırlamayı, yetinmeyi öğrenemediler. Bu vasıflara sahip olacak kadar uygarlaşamadılar. Akıl, az bilge çok hayvan kotasını değiştirmedi. Eflatun ‘Filozoflar dünyayı idare etmeli!’ diyordu.
Bana kalsa seven ve yetinenler derdim. Bunlar hem akılcı hem de duygusal olarak en gelişmiş insan örnekleri.
Böyle insanlarımız da var. Ama toplum içinde oranları az. Bu sorun daha uzun zaman baş ağrıtacak. Bizim gerçek Osmanlı mirasımız, 18. yüzyılda hâlâ yüz kitap basamamış, Cumhuriyet başında % 90’ı okuma yazma bilmeyen bir köylü toplumu olmamızdır. Osmanlı çağının kütlesel cehaleti başka bir gelişme olanağı vermedi. Hâlâ da kapılar açılmadı.
Eğitimin ve devletin hali, kentleşmeyi yapı-yol yapmaya indirgemiş bir toplum, o güzelim kıyıları dolduran bilinçsiz yapılaşma, yepyeni otomobillerle dolu yollara, yabancılarla dolu otellere, mayolu insanlara karşın Constantinopolis’i yeni fethetmiş Osmanlılara benziyoruz. Kimileri neden Osmanlılara özeniyor, anlaşılması zor! Çağın en ileri top teknolojisini kullanan Fatih, sadrazamlarını Bizanslılardan seçmişti. Ordusu da devşirme idi. Hareminden söz etmeyelim.
Ne var ki o devlet kurgusu kitap basmayı 19. yüzyıla geriletti.
Cumhuriyet devrimi akıl almaz bir atılımla halkın egemenliğini gerçekleştirdi. Köylülerimiz kentlerde. Artık Bizanslılardan sadrazam, Almanlardan üniversite hocası yapmıyoruz. Köylülerimiz üniversite mezunu. Bugün diploma alıp yarın uzman oluyorlar. Fakat topları, otomobilleri dışarıdan almaya devam ediyoruz.
En Çok Okunan Haberler
- Rus basını yazdı: Esad ailesini Rusya'da neler bekliyor?
- Esad'a ikinci darbe
- Türkiye'nin 'konumu' hakkında açıklama
- İmamoğlu'ndan Erdoğan'a sert çıkış!
- Çanakkale'de korkutan deprem!
- Naci Görür'den korkutan uyarı
- Kalın Colani'nin yolcusu!
- Kurum, şişeyi elinin tersiyle fırlattı
- 6 asker şehit olmuştu
- Erdoğan'a kendi sözleriyle yanıt verdi