Davanın öğrettikleri
Mustafa Balbay ve Tuncay Özkan'ın Silivri Cezaevi'nde birbirleriyle yaptığı söyleşide Ergenekon'u değerlendiriyor.
Birimiz kürsüden, birimiz gazete sütunundan buraya düştü
Silivri dolum tesisleri
B: Kardeş sen buraya nasıl düştün?
Ö: Dünyadan, memleketimden, insandan/umudum kesik değil diye/ipe çekilmeyip de/atılırsan içeriye/yatarsan 25 ay/daha da yatıracaklarından başka/sallansaydım ipin ucunda bir bayrak gibi keşke/demeyeceksin...
Vatan, namus, ahde vefa diye kavgaya devam edeceksin... Benim gönlümde Mustafa Kemal’in sancağı açılı, o sancak nedeniyle buradayım. Bilmiyorlar ki, o sancak nedeniyle ölmeyi bile göze aldım. Sen neden burdasın kardeş?
B: Şükür buluşturana... Al benden de o kadar... Sen bu düşüncelerini miting kürsülerinde haykırdın, ben de gazete sütununda haykırdım... Görüyorum ki; sen kürsüden ben sütundan düşmüşüz... Yeri geldikçe vurgulamaktan övünç duyuyorum; adını Atatürk’ün koyduğu bir gazetede özgürce yazıyorum. Gel gör ki; bu gazete şimdi bir terör örgütünün merkez üssü, başyazarı terör örgütü yöneticisi, bu gazeteden, Cumhuriyet’ten yetişen senle ben de bu terör örgütünün üyesiyiz... Bu iddiayla esir alındık...
Ö: Bu iki yıl sana ne öğretti?
B: Ne öğretmedi ki... Ayrı bir kitap olur... Her şeyden önce aydınların, gazetecilerin sorgusuz, sualsiz içeri tıkıldığı dönemlerin geride kalmadığını, bu gidişle kalmayacağını yaşayarak görmüş olduk. Hapisten ya çürüyerek çıkarsın ya çelikleşerek... 2. yıla girdik, çeliğe su vermeye devam ediyoruz. Ben Silivri dolum tesisleri diyorum burası için. Doluyoruz...
Ö: Ben de burada gerçeği yeniden öğrendim. Gerçek sevgiyi, dostluğu öğrendim. Geçen 70 milyon saniyede gıdım gıdım. Benim ranzamda öğrendiğim en önemli şeylerin, aşkın fotoğrafları asılı. Nazlıcan, Duygu ve çiçekler içinde bir güvercin ağacı: Memleket... Öylesine mucizeviler ki, her gündoğumunda ve gece onları çekiyorum içime yaşamak sevinci diye. Bir de üç adım ötede 80 gözlü kör pencere var. Onun karşısında dikenli telli, kameralı duvar. Oraya bakınca anamın sözü yankılanıyor kulaklarımda; su uyur düşman uyumazmış. Kötülükte, düşmanlıkta sınır yokmuş. Ölümü de öğrendim şükür. Hep diyorum ya, burası mezarlıktan farksız. Burda gerçekten gayrısına yer yok.
B: Yapma Tuncay, kalbimizin kozmik odalarını açalım diyorsun...
Ö: Aç be Mustafa, gönlünün penceresini. Seni burada bir adıma üç adım hücreye hapsedebilirler mi?
B: En uzun yolculuğun insanın kendi içinde yolculuk olduğunu öğrendim. Dediğin gibi, hücre bir adıma üç adım, havalandırma 5 adıma 12 adım ama ya gökyüzü? İçimiz de gökyüzü kadar derin... Dışarıda hep görevinin götürdüğü yere git demekten bir hal olmuştuk... Elbette yüreğimiz de hep yanımızdaydı... Burada sevdiğinden uzakta, daha bir sevdiğiyle hissediyor insan kendisini. Yavrularımız, ah o hasret... Süreyya Berfe’nin şu dizeleri yankılanıp duruyor içimde: “Çocuklar insanoğlunun ölüme başkaldırısıdır...”
Ö: Senin oğlan Deniz, kapalı görüşte seni kucaklamak için çırpındı durdu ya o soğuk camın önünde, benim kız, başladı ağlamaya... Nazlıcan dedim, bu acı en büyük sevdaları doğurur, üzülme Deniz de Yağmur da sen de o vuslat gününde ilk kucaklaşmada bütün bunları unutursunuz. Onları bilmem de Mustafa, biz unutabilir miyiz?
B: Haklısın, unutamayız ama, asıl olan, bu yaşadıklarımızdan ne üreteceğimiz. Geçmişte hapse düşmüş aydınların hiçbiri yurt sevgisini, insan sevgisini yitirmedi, hatta bu sevgilerini yüceltip çıktı. Biz de öyle yapacağız. Hayatı tam algılama çağına giren kızımın duygularının nasıl şekilleneceği en büyük kaygımdı. Aslan payı annenin olmak üzere, geleceğe olumlu ve umutla bakmasını sağladık. Buna çok seviniyorum... Nazlıcan da okul açısından sıkıntılı bir dönem yaşadı ama, her karşılaşmada onun da gözlerinde pırıltı ve aydınlık gördüm...
Ö: Annesi müthiş bir sevdayla yaralarını sardı. Minnettarım. Nazlıcan’ı beni buraya ziyarete geliyor diye Avusturya Lisesi’nde tercihe zorlamışlar; ya baban ya okul diye... Benim bütün bunlardan, Nazlıcan beni tercih edip okul tarafından devamsızlık nedeniyle tasdikname ile uzaklaştırılınca haberim oldu...
B: Tabii devamsızlık, Nazlıcan’ın seni görmeye devamlılığından...
Ö: Öyle bir yürek yangını ki, babanın nârına kızını yakıyorlar. Hayattaki en büyük üzüntüm bu olay oldu. Nazlıcan yeni okulunda çok mutlu ama ben bu olayın ardındaki cehaleti ve karanlığı keşfettikçe kahroluyorum. En büyük sitemim, o okulun vakfındaki aydınlık, çağdaş insanlara. Zalime acıyanın, sessiz kalanın, zulme ortak olduğunu unuttular. Nazlıcan’ımdan af dilemiş olayım bu vesileyle... Bu acıları, zulmü çekmek zorunda kaldıkları için... Bütün sevdiklerimden, dostlardan ve sevdalılarımızdan.
B: Yaşama da erken atılmış oldular. Ben Yağmur’da hızlı bir büyüme görüyorum.. Nazlıcan’da da öyle... Haydi kalbimizin kozmik odalarından çıkalım...
Küçük ergenekoncu yetiştirirken suçüstü!
B: Herkese suç tarihi olarak yakalandığı gün yazılmış. Oysa Ceza Muhakemesi Kanunu (CMK) madde 170’e göre bir iddianamenin olmazsa olmaz iki koşulu var: Suçun işlendiği tarih ve suç-delil bağlantısı. Bu iddianamede bunlar yok. Örneğin benim suç tarihim, ilk gözaltına alındığım 1 Temmuz 2008 sabahı gösteriliyor. Polisler kapıyı çaldığında, 37 günlük olan oğlum Deniz’i Yemen Türküsü’yle uyutmaya çalışıyordum. Bu mantığa göre ben, küçük bir Ergenekoncu yetiştirmekteyken suçüstü yapıldım...
Ö: İddianamede deliller nerede dedim, orada yazıyor diyorlar. Orada yazıyor dedikleri o 5 bin sayfa. Her satırını hatmettim. Yok, yok, yok... Yokların içinde olmayan suçumun olmayan dellilerinden suçsuzluğumu ispatlamaya çalışıyorum. Meclis ve hükümeti, cebir ve şiddet kullanarak yıkmaktan 2 müebbet istiyorlar. Soruyorum; cebri, şiddeti geçtik, eksik kalan suçu söyleyin diyorum, yine ses yok. Sana 313 yazmışlar, halkı isyana teşvik. Senin mitingin yok, bende miting çok, 313 yok. Niye yazmadınız diyorum, ses yok. İddia o ki, İstanbul’daki cumhuriyet mitinginde beni görünce kalabalık, “Ne şeriat ne darbe, tam bağımsız demokratik Türkiye” diye bağırmış. Sonra fikir değiştirmiş, polis raporuna göre, “Ne şeriat ne darbe, darbe isteriz darbe” diye bağırmaya başlamışlar. Yalan. Gösterdim, kasıtlı olarak, yalan rapor yazmışlar. Üstelik komik. Bunlar televizyondan canlı yayımlanan, hâlâ piyasada kasetleri satılan, izinli, demokratik kitle eylemleri... Sen mi yaptın diyorlar, ben yaptım. Suç ne? Yok... Ama sen tutuklu kalmaya devam et...
Yasal haklar suç sayıldı
B: O polis raporları delil olarak dosyaya konmuş. Bu davanın sakat yanlarından biri de “delil hukuku”nu hiçe sayması. TÜBİTAK mahkemeye gönderdiği yazıda bilgisayar delillerinin nasıl hukuki olabileceğini ayrıntılarıyla yazarken, mahkeme bunların hüküm aşamasında dikkate alınacağını söyledi. Hüküm ne zaman? Ben diyeyim 15, sen de 20 yıl...
Ö: Benim cephaneliği unutmayalım... 3 tane el bombası var diyorlar. Bir tane ruhsatsız silah var diyorlar. Bunları iddianameye yazmışlar. İtiraz ettim. Silah benim evimde teslim ettiğim ruhsatlı silahım. Sordular, ruhsatlı ve bana ait olduğu mahkemeye emniyetçe bildirildi. Ama üçüncü iddianamede bunu bildikleri halde Ergenekon cephaneliğine kattılar. Kanaltürk’ün deposunda üç tane içi mumluk olarak kullanılan el bombası kabı bulunmuş. Bunlar Güneydoğu’ya gidip gelen muhabirlerin hatıra diye pazardan aldıkları süs eşyası. Bunlar da Ergenekon cephaneliğinde var. Bana ait olmadığını söylediğim halde polis kriminal incelemesinde patlayıcı olmadığı saptanmasına ve mahkemeye bildirilmesine rağmen onlar da cephanelik... Korkutucu etkisi var diyorlar, hanginiz gördünüz de korktunuz dedim, yanıt yok...
B: Bize ait olmayan şeylerin delil olarak dosyaya girmesinden söz ederken, telefon tapelerini unutmayalım. Cumhuriyet gazetesinin Ankara bürosunun santralı benim şahsi telefonummuş gibi dinlenmiş. İddianame eklerinde kimi muhabir arkadaşlarımın haber kaynaklarıyla yaptığı görüşmelerin de dökümü, benim görüşmelerimmiş gibi yer alıyor. Suçun şahsiliği insanoğlunun bin yıl önce benimsediği evrensel bir kavram ama, Ergenekon soruşturmalarında bu da ihlal edildi...
Ö: Kanaltürk’ün santralını da aynı şekilde bana yazmışlar. Her şey suç; cumhurbaşkanıyla konuşmak suç, ordu komutanıyla konuşmak suç, MİT müsteşarıyla konuşmak suç, siyasi faaliyet suç, Susurluk raporu suç, belge bulundurmak suç, gazetecilik suç.
B: Bir dakika, o suçun ayrıntılarına girelim... Sen CHP, MHP ve ADD’yi ele geçirmeye çalışmışsın; biri yetmiyor muydu?
Ö: Bu iddialar, iddianameye yazılmış ama, sorgum sırasında ne savcılar ne yargıçlar bu konuda bir tek soru sormadılar, niye sormuyorsunuz diye ısrar ettim, gene sormadılar. ADD’den para almışsın dediler, o ADD Digiturk’ün reklam şirketi çıktı. Belgeledik... Sen niye sorumluluğundan kaçıyorsun, bana parti kurma talimatını sen vermişsin ya...
B: Doğru, iddianameye göre benim sana parti kurdurttuğumu söylüyorlar ama bir tek delil yok. Mustafa Özbek, bir telefon konuşmasında bana siyaset yapmak lazım diyor. Özbek Balbay’a bunu söylediğine göre, Özkan da parti kurduğuna göre, talimatı olsa olsa Mustafa Balbay’dan almıştır, diyorlar...
Ö: Halbuki ben Özbek’i tanımıyorum, seninle son 10 yılda bir araya gelip 5 dakika konuşmadık. Sadece 4 kez telefonla konuşmuşuz, santral beklemeleri dahil dördünün görüşme süresi toplam 6 dakika... Bütün bu meşru ilişkilerimiz, yasal haklarımız nasıl suç sayılır?.. Tuncay’la Mustafa siyaset yapamaz diye bir yasa mı var?
En Çok Okunan Haberler
- Rus basını yazdı: Esad ailesini Rusya'da neler bekliyor?
- Esad'a ikinci darbe
- İmamoğlu'ndan Erdoğan'a sert çıkış!
- Türkiye'nin 'konumu' hakkında açıklama
- Çanakkale'de korkutan deprem!
- Naci Görür'den korkutan uyarı
- Kurum, şişeyi elinin tersiyle fırlattı
- 6 asker şehit olmuştu
- Kalın Colani'nin yolcusu!
- Erdoğan'a kendi sözleriyle yanıt verdi