Deniz Yücel: Apar topar yurt dışına kaçırılan Alman ajanı değilim

Almanya’nın Die Welt gazetesinin Türkiye temsilcisi Deniz Yücel, hakkında iddianame hazırlanmadan bir yıl cezaevinde tutuldu. Başbakan Yıldırım'ın Almanya ziyaretinde söylediği "Kısa süre içinde serbest kalacağını umuyorum" açıklamasının ardından serbest bırakıldı. Yücel, cezaevi günleri ve tahliyesi hakkında ilk kez konuştu.

Deniz Yücel: Apar topar yurt dışına kaçırılan Alman ajanı değilim
Abone Ol google-news
Yayınlanma: 18.03.2018 - 15:05

Deniz Yücel, özgürlüğüne kavuşmasının ardından ilk kez taz ve Welt'e konuştu. Yücel, Doris Akrap Daniel ve Dylan Böhmer'in sorularını yanıtladı. 

Böhmer: Özgürlüğüne kavuştuktan sonra tekrardan alışman gereken şeyler oldu mu?

Yücel: Bu sabah erkenden kalktım ve buradaki köye yürüdüm. Berbere uğradım, kahve içtim ve pazardan birkaç şey satın aldım. Elimde portakal, çilek ve maydanoz dolu poşetlerle eve dönerken içimden şu geçti: Bir köy pazarını dolaşabilmek, alışveriş yapabilmek ne güzel bir şeymiş! Geceleyin gökyüzüne baktığımda da bazen aynısını düşünüyorum. Cezaevinde, geceleri avlu kapısı kilitli oluyordu. Bir yıl boyunca yıldızları ya da tel örgüsüz bir gökyüzü görmedim. Artık gökyüzüne baktığımda “Ooo, tel örgü yokmuş, müdüre şikâyet etmem gerek“ demiyorum. Ama sürekli duraksadığım, önceden çok sıradan gelen şeylerin ne kadar kıymetli olduğunu fark ettiğim anlar oluyor. Dilek’le çimenlere uzanmak gibi.

Böhmer: Aralık ayında, gazeteci Oğuz Usluer’le ortak avluyu paylaştığınız bir koğuşa geçtin. Mutlak tecrit altında geçen önceki aylar nasıldı? Bu, bir insana ne yapar? Kendinde neyi gözlemledin?

Yücel: Hakkımda tutuklama kararı verildiğinde, avukatım Veysel Ok bana demişti ki, “En fazla beş ay. Seni daha fazla tutamazlar.“ Kendi tahminim de bu yöndeydi. Türkiye; politik ve ekonomik nedenlerden ötürü, birkaç yazısı dışında hiçbir şeyle suçlanamayan, büyük bir Alman gazetesinin yazarı üzerinden Almanya’yla uzun bir restleşmeye giremez sanmıştım. Zamanla, Türkiye’nin dış politikasında artık eski eksenlerin geçerli olmadığını gördüm. Tam beş aylık süre dolmak üzereyken, Büyükada’da tutuklanan diğer insan hakları savunucularıyla birlikte Alman vatandaşı Peter Steudtner tutuklandı. Aynı günlerde, Türkiye’de terör zannı altına giren büyük Alman şirketlerin listesi kamuoyuna yansıdı. Yani bu rejimin dış politikası yoktu, günü kurtarmaya çalışıyordu. Steudtner’ın tutuklanmasından sonra kendime bir daha süre vermedim. Ama başka bir şey oldu. Almanya’da eski yazılarımın okunduğu etkinlikler o kadar büyük ilgi görmüştü ki, “Keyfimizden burada değiliz“ isminde derleme kitap yapma fikri doğdu. Bu kitap üzerinde Doris’le birlikte o kadar yoğun çalıştık ki, tecritin etkileri hakkında düşünmeye zamanım kalmadı.

Böhmer: Şimdi anlattıkların, ikinci adımdır; yani tecritin etkileriyle nasıl başa çıktın sorusuna cevaptır. Ama verdiğin bu mücadele, tam olarak neye karşıydı?

Yücel: Çaresizlik, öfke, korku.

Böhmer: Neyin korkusu?

Yücel: Benim çok da uzun olmayan bir süre içinde çıkma umudum vardı. Yani, on yıl, yirmi yıl ceza aldıktan, tüm yargı yolları tükendikten sonra hapis nasıl bir şeydir; önündeki yılları burada geçireceğin kesinleşmişse, tüm umudun bitmişse bunlar nasıl duygulara yol açar, bilmiyorum. Yine de, hele ilk dönemde „o dört duvar arasında çürür müyüm“ korkusu vardı.

Böhmer: Direnmen her zaman faydalı oldu mu?

Yücel: En zoru, ilk haftalardı. İlk çalkantıdan sonra unutulur muyum korkusu yaşadım. Kız kardeşim İlkay ve babam Ziya Yücel, beni iki defa bir saatliğine ziyaret edebildi. Onun dışında avukatlarım hariç kimseyi göremiyordum. Dilek’le Nisan ayında evlendikten sonra ona da ziyarete izin verildi. Bu ilk dönemde edindiğim en önemli tecrübe şuydu: Direnebilirim. Hayatımı, onların istediği gibi mutlak kontrol altına almalarına izin verip vermemek kendi elimdeydi. Bu tecrübe, daha gözaltı sürecinde başladı. Orada kâğıt ve kalem yasaktı. Bunun üzerine bir yerden kalem yürüttüm, elimdeki Küçük Prens kitabının içine gözaltı koşullarını anlattığım bir makale yazdım ve gizlice gazeteme ulaştırdım. Bunu başarmış olmak akabinde gelen tecrit ayları için bana güç verdi. Ya da, daha basit bir hikaye: Cezaevinin marketinden yaptığım ilk haftalık alışverişimde tıraş bıçağı almış, ama sapını unutmuştum. Önce sinirlendim, sonra bıçağı bir çatalın sapına taktım ve böyle tıraş oldum. Böylesi tecrübeler çok kıymetliydi. Yazı yazmak yasak da olsa, bir eksiğini köşedeki bakkaldan halletmen mümkün değilse de, Cumhurbaşkanı beni “ajan terörist“ olarak yaftalasa da ve yapayalnız kalsam da– bir yolunu bulurum. Bunu yapabilirim.

 

Akrap: Senin için yürütülen kampanya, daha uzun bir süre tutuklu kalmana yol açtı mı?

Yücel: Hayır. #FreeDeniz kampanyası, araba konvoyları, okumalar vesaire olmasaydı da Almanya’da başka gazeteciler ve muhalefet siyasetçiler; Alman hükümetine benim durumum hakkında soru sorarlardı ve tavır konmasını talep ederdi. Benim vakamı kamuoyunun dışında tutmak mümkün olmazdı. Kaldı ki, Türkiye Cumhurbaşkanı tekrar tekrar meydanlarda hakkımda konuşuyordu. Öte yandan bildiğim şu ki: Dayanışma bana iyi geldi. Ve ben, bir talihsizlik sonucu değil, gazeteci olarak işimi yaptığım için cezaevine düştüm. Cemil Bayık ile röportajı keyfimden yapmadım, gazetemin görevlendirmesiyle veya daha geniş anlamda kamuoyunun görevlendirmesiyle yaptım. Bu görevle ilintili olarak tutuklandıktan sonra, kamuoyu tarafından unutulsaydım saçma olurdu.

Akrap: Sence Alman hükümeti senin için yeterince efor sarf etti mi?

Yücel: Bence Alman hükümeti çok endişeliydi ve serbest kalman için elinden geldiğince uğraştı. Bazen fikir ayrılıklarımız oldu. Ancak Almanya hükümeti benim yanımda yer aldı; hem siyasal anlamda hem Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nde açtığımız davada hukuki anlamda. Ve beni ayda bir kere ziyarete gelen Almanya İstanbul Başkonsolosu Georg Birgelen işini gerçekten harika bir şekilde yaptı.

Akrap: #FreeDeniz kampanyasının Alman Hükümeti’nden talep ettiği şeylerden biri, Türkiye’ye yönelik ihracatlar için verilen Hermes kredi güvencelerinin kısıtlanmasıydı. Şimdi öğrendik ki, 2017 yılında bir önceki yıldan çok daha fazla kredi güvencesi verilmiş. Sonunda, ekonomik menfaatler daha mi önemliydi?

Yücel: Tutuklanmama kadar Almanya-Türkiye ilişkilerini gazeteci olarak gözlemliyordum. Bir anda, bu ilişkinin konusu haline geldim. Bu yüzden Angela Merkel’in Türkiye politikasını kendi hikâyemin ışığında değil, genel olarak değerlendirmek isterim. Bir mesele, daha cezaevindeyken söylediğim şeydir: Kirli pazarlıkların parçası olmayacağım. Ama şunu da biliyordum: Rehin alma vakasının doğasında- eğer gaspçı rehinesi için bir karşılık aldığı kanaatine varırsa- rehinenin serbest bırakılması vardır. Nasıl ki içeriye atıldığımda kimse benim fikrimi sormadıysa “tahliye olmak ister misin?“ diye de kimse sormayacaktı. “Dur hele, önce tam olarak nelerin müzakere edildiğini öğreneyim, yoksa çıkmam“ deseydim bile bir şey değişmezdi.

Akrap: Bunu deseydin şaşırmazdım.

Yücel: Belki. Ama onlar bu tavra ne derlerdi? “Yürü lan, manyak!“

"Alman hükümeti Türkiye’deki demokratik güçlere iki defa ihanet etti"
Böhmer: Ama elbette Almanya’nın Türkiye politikası hakkında bir görüşün vardır.

Yücel: Genel olarak, Alman hükümetinin Türkiye’deki özgürlükçü ve demokratik güçlere iki defa ihanet ettiğini düşünüyorum. Birincisi 2005 yılındaydı. Türkiye’nin henüz daha Avrupa’ya doğru ilerlediği o dönemde Alman hükümeti Türkiye’ye şu mesajı verdi: Ne yaptığınızın hiçbir önemi yok, ne yaparsanız yapın, Avrupa Birliği’ne üye olmayacaksınız. İkinci ihanet, 2015 yılında yaşandı. Şansölye, tüm diplomatik teamüllere aykırı olarak Kasım seçimlerine iki hafta kala Türkiye’ye geldi ve “mülteci krizini çözme“ uğruna vize muafiyetini vaat etti. Benim tutuklanmama kadar AB ülkeleri arasında Türkiye’ye karşı en yumuşak davranan Almanya’ydı. Olağanüstü Halin ilanından, muhalif siyasetçilere ve gazetecilere yönelik tutuklamalar başladıktan sonra da bu tavır değişmedi. Elbette Türkiye, Almanya’nın “Uzak dursunlar, bunlarla muhatap olmak istemiyorum“ diyebileceği bir ülke değil. Öte yandan Türkiye, mevcut hükümetin tüm kabadayı tavırlarına rağmen yüksek oranda dış dünyaya bağımlıdır. Buna göre bir siyaset geliştirmek mümkündür ve uygulanmalıdır. Türkiye rejimi, dış politikada siyaseti ve ekonomiyi ayırmak istiyor. Bence bu oyuna dahil olmak yanlış olur.

Akrap: Sen serbest kaldığından beri Almanya’da Türkiye karşı yürütülen söylem çok daha yumuşadı. Bu seni rahatsız ediyor mu?

Yücel: Ben söyleme fazla önem vermemekten yanayım. Türkiye’deki rejimin elinden gelen bir iş varsa, o da gürültü koparmaktır. Almanya bu yarışa girerse kaybeder. Türklerle futbolda yarışacağına araba konvoyu dalında yarışmaya benzer.

Akrap: Pardon ama bence araba konvoyu konusunda Almanya ve Türkiye arasında şu an eşitlik sağlanmıştır.

Yücel: Peki, börek pişirmek diyelim. Neyse. Söylemden daha önemlisi siyasetin ve keza ekonomi siyasetinin içeriğidir. Açık sözle birlikte açık çay servis etmenin bir sakıncası yoktur.

Böhmer: Dönemin Dışişleri Bakanı Sigmar Gabriel’in Türk mevkidaşı Mevlüt Çavuşoğlu ile evindeki çay sefasından beri “pazarlık yapıldı mı?“ sorusu tartışılıyor. Şimdi Alman silahları Türkiye’ye satıldığı ya da Alman makamları Kürt kurumları üzerine baskı kurduğu için senin az önce tekrarladığın açıklamana rağmen bir pazarlığın parçası olduğunu söyleyenler var.

Yücel: Böylesi bir bilgiye sahip değilim. Serbest bırakılmamdan hemen önce iki defa ziyarete gelen konsolosluk yetkilileri, herhangi bir pazarlık yapılmadığını temin etti. Alman hükümetini bu açıklamaya zorladım. Bence, cezaevinden daha fazlasını yapamazdım.

Akrap: Hakkında açılan dava sürüyor; ilk duruşma Haziran ayında görülecek. Savcılık 18 yıla kadar hapis talep ediyor. Türkiye’ye geri dönecek misin? Bu konuda bir karar verdin mi?

Yücel: Hayır, ben henüz bu aşamaya varmadım; biz varmadık. Ancak Türkiye’den, “Lanet olsun, bir daha asla bu bataklığa dönmeyeceğim“ gibi bir duyguyla da ayrılmadım. Sonuçta 2015 yılında Türkiye muhabirliği işine başladığımda nereye gittiğimin farkındaydım. Tabii ki o zamanki durum şimdiki kadar vahim değildi. Fakat Türkiye'de gazeteci olarak işini iyi yapan insanların başına nelerin gelebileceğini biliyordum. En kötü ihtimalde özgürlüğünü yitirmekten daha kötü şeyler bile mümkündü.

Böhmer: Başından beri tutuklanacağını mı düşündün?

Yücel: Elbette mümkündü. Ama bana yüksek bir ihtimal gibi gelmiyordu- yoksa bu işi yapmazdım. Cezaevine girmeye çok meraklı değildim. Ancak muhabir olarak Türkiye’ye gitmek ve Norveç’e gitmek aynı şeyler değil. Bu, 1995’te de böyleydi, 2015’te de. Bu ülkeyle aşina olan, dilini, kodlarını ve şifrelerini bilen biri bunu da bilir.

Böhmer: Bugünden baktığında, tutuklanmanı önlemek için yapabileceğin bir şey var mıydı?

Yücel: Hayır.

"Gazeteciliğe en fazla ihtiyaç duyulan ülkelerde riskleri hesaplamak zordur"
Böhmer: Yapmasaydım tutuklanmazdım diye düşündüğün bir şey var mı?

Yücel: Sanmıyorum. Örneğin, Cemil Bayık ile röportaj yaptığım için tutuklanmadım. Bu röportaj için 2015’in Ağustos ayında Kandil’e gittim, tutuklanmamdan bir buçuk sene önce. Benim Bayık’la konuşmama birkaç hafta kala Türkiye hükümeti kendisi PKK ile görüşüyordu. Sinsilik de burada yatıyor: Kurallar, daha doğrusu dost-düşman tanımlamalarını geriye dönük olarak değiştiriyorlar.

Böhmer: O değilse neden gözaltına alındın?

Yücel: Bazı diğer gazeteciler gibi damat Bakan Berat Albayrak’ın hacklenen maillerini haberleştirdim. Gözaltına alınmama vesile olan haber buydu. Ama herhangi bir sebepten dolayı ellerine düştüğünde “Buna ne üfleyebiliriz?“ diye bakıyorlar. Kaldı ki, yazdığım haberler ve yorumlarla dikkatlerini çekmiştim. Basın kartı verilmeyen üç Alman gazeteciden biriydim. Beni biliyorlardı.

Akrap: Cezaevinde kalmanla Türkiye sana yabancılaştı mı?

Yücel: İlginçtir ki, bu süre zarfında aynı anda hem daha Alman hem daha Türk oldum. Hayatımda hiçbir zaman, cezaevindeki kadar “Bizde, yani Almanya’da bu şöyledir…“ şeklinde cümleler kurmamıştım. Aynı zamanda durmadan Dilek’in bana gönderdiği tespihle oynuyordum –daha geleneksel bir Türk erkeği olamazdım. Ancak dışarıda da hayat sürüyordu. Hem gazeteci, hem kişisel olarak Türkiye’ye duyduğum ilgi Gezi’yle birlikte yeniden başlamıştı. Ama Gezi’yle filizlenen umutlar şimdilik darmadağın edildi. İstanbul’daki pek çok arkadaşım ülkeyi terk etti. Ve sadece bu değil. Örneğin, yazları Beşiktaş’taki evime çok yakın olan Maçka Park’ında oturmayı severdim. Ben cezaevindeyken parkın bir kısmı tünel inşaatına kurban gitti. Ve Maçka Parkı, özel güvenlik görevlilerin bir kadına kıyafetinden dolayı müdahale etmesiyle haber konusu oldu. Böyle haberler eskiden Beşiktaş’tan çıkmazdı. Yani, evet, bu ülke bana yabancılaştı. Ama tutuklandığım için değil. Tutuklanmam tersi etki yarattı.

Akrap: Neyi kastediyorsun?

Yücel: Bir ülkeyle samimi olmak için zindanında yatmaktan öte ne yapabilirsin? Arkadaşım İmran Ayata özgürlüğümün ikinci akşamında bana şunu dedi: “Senin o bataklıkla ne işin var? Sen Flörsheimli Deniz’sin.“ Doğru, muhabir olarak İstanbul’a gittiğimde öyleydim, belki tutuklandığımda da hâlâ Flörsheimli Deniz’dim. Ancak hayatımın bir yılını Türkiye’de cezaevinde geçirdim. Ve yakın bir süre içinde dönsem de, dönmesem de, artık o ülkeye daha önce hiç olmadığım kadar yakınım. Oysa doğuştan vatandaşı olduğum ülkenin hükümeti beni rehine olarak alırken ve bana düşman muamelesi yaparken, sonradan vatandaşı olduğum ülkenin hükümeti benim için çaba sarf ediyordu.

Akrap: Serbest kalacağını ne zaman ve nasıl öğrendin?

Yücel: Cuma günü öğlen saatlerinde Halk TV, son dakika notuyla geçti. CNN Türk’e geçtim, aynı son dakika haberi: „Deniz Yücel serbest.“ Etrafıma bakındım ve kendi kendime dedim ki: Yok, daha değil. Hemen komşuma, gazeteci Oğuz Usluer’e koştum. Sarıldık. Biraz sonra gardiyanlar geldi ve “Eşyalarını topla, çıkacaksın“ dediler. Kitaplarımı, notlarımı, kıyafetlerimi çöp poşetlerine doldurdum, poşetleri bir el arabasına yükledik. Sonra, tahliye işlemleri için müdürün ofisine gittik. Amirler ve baş memurlar toplanmıştı. Helâllik ister gibiydiler. Hepsi gülümsüyordu.

Akrap: Dur, tahmin edeyim. Sen gülümsedin.

Yücel: Ben, bana verilmeyen mektupları sordum. Müdür üç mektup verdi. Üç tane! Siz biliyorsunuz, Dilek’in ve kayınvalidemin mektupları bana veriliyordu. Diğer mektuplarıysa sadece tek tük veriyorlardı. Orada bir dağ mektubum olmalıydı.

Böhmer: Biz Welt olarak yalnız “SchreibDeniz“ (“Deniz’e yaz“) kampanyasına gelen iki bin civarında mektubu Türkçeye çevirttik. Ayrıca, MyPostcard şirketi tarafından ücretsiz tahsis edilen yine iki bin civarında dayanışma kartpostalı gönderildi.

Yücel: Cezaevi müdürü, ısrarla sadece üç mektup olduğunu iddia ediyordu. Bunun üzerine, mektupların hukuka aykırı bir şekilde imha edildiğini söyledim. “Burada hukuka aykırı bir şey yapılmaz“ dedi. Nihayetinde suç duyurusunda bulunacağımı söyledim. Ondan sonra ofistekiler gülümsemeyi kesti.

Akrap: Peki, mektuplarını verdiler mi?

Yücel: Hayır. Avukatlarım meseleyi takibe aldı. Son bir kez öfkelendim. Ancak cezaevi kapısından çıktığımda bu da geçmişti. Hiçbir şey unutulmuş değil; hiçbir şey affedilmiş değil. Ama öfkemi cezaevinde bıraktım. Bence, seni yıpratmalarına izin vermemenin bir parçası da kin tutmamaktır. Öyle olsa onlar kazanırdı.

"Apar topar yurt dışına kaçırılan Alman ajanı değilim"
Akrap: Benim açımdan senin serbest kalman bir gün önce, 15 Şubat perşembe günü başladı. Daniel beni aradı ve Welt’in binasına gelebilir miyim diye sordu. Orada aldığım ilk bilgi şuydu: “Deniz, cezaevinden çıkabilir. Ama istemiyor.“ Şoka uğradım ve sordum: “Niye ki?“Artık sana sorabilirim.

Yücel: Elbette çıkmak istiyordum. Fakat bana, hemen Alman hükümetinin tahsis ettiği özel uçakla derhal ülkeyi terk etmem gerektiği söylendi. Bunu reddettim. Çünkü, Alman hükümetinin personeli değilim, apar topar yurt dışına kaçırılan Alman ajanı hiç değilim. Siyasi nedenlerden ötürü bir yıl hapis yattıktan sonra oyuncak gibi kullanılmama izin veremezdim. Erdoğan, beni içeriye atmaktan menfaat bekliyorsa hapsetsin; beni çıkarmaktan menfaat bekliyorsa salıversin ve ben bunlara hiçbir şey demeyeyim, öyle mi?

Akrap: Pardon, ama kulağa biraz çılgınca geliyor.

Yücel: Seçenekler şöyle değildi ki: Ya o uçağa binerim ya da ömrüm boyunca o delikte kalırım. Anayasa mahkemesinde açtığımız dava vardı, keza Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nde süregiden davamız vardı. Ve bana daha ne olabilirdi ki? İçeri atmakla kimse beni tehdit edemezdi. Cezaevinde bir yıl geçirdikten sonra orada olmak artık seni o kadar korkutmuyor. Ancak bu korkusuzluğun diğer bir yanı daha var. Bunu, Dilek’le ettiğimiz bir sohbette fark etmiştim.

Mayatürk Yücel: Çünkü bu da bir nevi teslim olmak. Hapsi içselleştirmek ve kalacağını kabul etmektir.

Böhmer: Türkiye Başbakanı Binali Yıldırım14 Şubat Çarşamba günü, yani gözaltına alındığın günün yıl döneminde, Alman televizyon kanalı ARD’ye verdiği bir röportajda yakında serbest kalmanı umduğunu söylemişti.

Yücel: Evet. Ama bu açıklamanın hemen arkasından salıverilmem aslında korkutucudur. Açıktır ki, birileri iktidardan doğrudan talimat almıştı; sadece zaten Adalet Bakanı’na bağlı olan savcı değil, hakim de. Bu rejim, yargı bağımsızlığı varmış gibi davranmaya bile tenezzül etmiyor. Tam Yıldırım’ın Almanya’da olduğu gün serbest bırakılmamın hoş bir jest olduğunu düşünmüş olmalılar – tıpkı 2015 yılında Antalya’daki G20 zirvesinde tüm konuk cumhurbaşkanlarına ve başbakanlara sundukları özel hediyeler gibi. Her birinin ismini ve ülkesinin bayrağını taşıyan bir bornoz hazırlayıp otel odalarına koymuşlardı. Bu devlet her anlamda çökmüş – kurumsal, ahlâki, estetik anlamda.

Böhmer: Türkiye’deki muhalif çevrelerden münferit olarak şu eleştirildi dile getirildi: Senin arkanda Merkel durduğu için imtiyazlıydın. Türkiye’de tutuklu bulunan diğer gazetecilerin arkasında böyle biri yoktu.

Yücel: Meselenin bu uluslararası boyutu sadece bir imtiyaz değildi, beni aynı zamanda hedef haline de getirdi. Bu yüzden Tayyip Erdoğan defalarca alenen bana saldırdı. Tabii ki benim tutuklanmam da tahliye olmam da siyasiydi. Ama Cumhuriyet gazetesinden meslektaşlarımın salınmaları da siyasi bir karardı, Ahmet ve Mehmet Altan’a ve Nazlı Ilıcak’a verilen müebbet hapis cezası da.

Akrap: Alman hükümetinin özel uçağıyla çıkman Türk tarafının şartı mıydı?

Yücel: O kadarını bilmiyorum. O gün benimle görüşmeye gelen İstanbul Başkonsolosuna ve vekiline de aynı soruyu sordum ama bir cevap alamadım. Onların söyledikleri sadece şuydu: “Hemen çıkabilirsin. Ama her şey hızlıca ve sessizce olmalı.“ Bunu kabul etmedim. Perşembe günü öyle geçti. Hapiste son gecemi uykusuz geçirdim. Cuma günü öğleden önce ilkin fazla bir şey olmadı. Bir avukat görüşüne çağırıldım. Ama gelen, kendi avukatlarımdan biri değildi; dayanışma niyetiyle Silivri’ye ziyaret gelen avukatlardan biriydi. Koridorda arkadaşım Ahmet Şık’la karşılaştık. Olası tahliyem gündem olmuştu. Ve geçerken Ahmet bana seslendi: „Çok iyi! Bunu yap. Bunu kullanabilirsin.“

"Sessizce çıkmak istemiyordum"
Akrap: Hangi anlamda kullanabilirsin? Oradan çıkmak için mi?

Yücel: Daha geniş bir anlamda: “Çık. Kendi kendilerini rezil etmelerini engelleme.“ Tabii bu benim o anki yorumumdu, sadece geçerken seslenmişti. Ahmet tahliye olduktan sonra konuştuğumuzda o sözünü sordum. Dedi ki: “Gergin olduğunu fark ettim. Oysa seni tahliye etmeyi istedikleri biçim, bu ülkedeki yargının halini dünyanın gözü önünde sergileyecekti. Bunu açıklamalısın diye düşündüm. Tahliye olduktan sonra çektiğin videoyla bunu yaptın.“ Serbest kaldığım güne dönersek: Kısa bir avukat görüşmesinden sonra koğuşuma döndüm. Biraz sonra Dilek’in gönderdiği birkaç yeni mektubu verdiler. Dilek, koğuşumu birazcık şenlendirmek için rengârenk zarflar içinde rengârenk kâğıtlara yazdığı bir sürü mektup gönderdi. Tam okumaya başlamışım ki, televizyonda o son dakika haberi gördüm.

Akrap: Sonunda hükümetin uçağına binmedin.

Yücel: Binmedim. Ama daha kapıda Dilek’in bana bir sürprizi vardı. Welt bana bir jest düşünmüş ve hepimizi götürmek için özel uçak kiralamıştı. Gazetem, benim bir an önce yurtdışına çıkmamı istiyordu. Oysa benim o kadar acelem yoktu. Ama Dilek’le, sizinle ve beni karşılamaya gelen diğer dostlarımla taksiye biner gibi bir uçağa binecek ve istediğimiz yere uçacaktık. Bu çok cazip bir teklifti. Ancak ben önce evime gitmek istedim. Kedimizi almak ve tahliyemi yorumladığım videoyu çekmek istiyordum. Sessizce çıkmak istemiyordum.

Böhmer: Cezaevi kapısından çıktığında elinde Dilek için bir demet maydanoz vardı. Maydanozları nereden almıştın?

Yücel: Cezaevinin marketinden her hafta maydanoz alıyordum. Koğuşuma süs olarak. Ve tabii ki Dilek’i hatırlattığı için. İlk tatilimizi Kaş’ta geçirmiştik. Plaja giderken çantamızı peynir, ekmek ve bol bol maydanozla dolduruyorduk. “Aşkımızın çiçeği“ demişti Dilek bir keresinde.

Dilek Mayatürk Yücel 'Deniz Yücel'in eşi): Bir piknikte yaptığım küçük bir espriydi oysa.

Akrap: Nikah çiçeğiniz de maydonoz muydu?

Yücel: Öyle planlamıştım, olmayan çiçek yerine maydanoz. Fakat nikah günü elimde birkaç dal maydanozla koğuşumdan çıktığımda, “olmaz, yasak“ denildi. Duvara fotoğraf asma yasağında da görüldüğü gibi en ufak neşeyi yok etmek üzere kurulu bir düzen bu. Biz evlendik ve elimde çiçek yoktu; eşime verebileceğim bir yaprak mayonuzum bile yoktu. Çıkarken Dilek’e bu borcumu ödemek istedim.

Akrap: Dilek’in bir fotoğrafını duvarına assaydın ne olurdu?

Yücel: Koparırlardı. İçeriye giren her şeyin öncesinden defalarca kontrol edildiği aramalar oluyor. Psikolojik terörden başka bir şey değil bu. Kaldığın koğuş, tercih ettiğin bir yaşam alanı değil. Ama orada kaldığın müddetçe senin yaşam alanın, mahremiyetin orası. Ve birkaç haftada bir, beş on kişiyle senin bu alanına dalıp her şeyini karıştırıyorlar.

RÖPORTAJIN TAMAMINI OKUMAK İÇİN TIKLAYINIZ 

 

 


Cumhuriyet Tatil Otel Rezervasyon

En Çok Okunan Haberler