Denizlerimiz Çölleşirken
Son kırklı yıllar. Karadeniz’deyiz. Güneş batıda Kireççi Burnu’nun açığında kocaman bir altın tepsi. Birazdan ufkun altına girip kaybolacak. Cam gibi durgun ve saydam bir denizde kırmızı mor arası bir renk kargaşası bırakacak. Filikanın içinde beş kişiyiz.
Bombayı dümenci atacak. Bekliyoruz. Kefal sürüsü bu saatlerde her birinin kafası torpido başı gibi durgun suyu yarım yol bir hızla yaran arkasında daha koyu renkteki bir V harfi oluşturarak yaklaşacak. Bizde çıt yok. İşte gözüktüler. Yaklaşıyor sürü, yaklaşıyor.
Filikanın tam pruvasında bizden en çok yirmi otuz metre uzaktalar. Tam bu arada baş taraftaki fısıltı benzeri bir sesle “Hadi!..” der. Bir çakmak sesi ve dümenci fitili ateşleyerek bombayı savurur.
Ustalık da bu andadır. Bomba havadayken sürünün tamamı tam bombanın düşüp patlayacağı yerde olmalıdır. Avın bereketi (!) bu ustalıktadır. Çoğu kez de öyle olur.
Bombacı bu işi çocukluğundan beri yapmış, bomba yerine bir taş kullanarak ve bunu yüzlerce kez deneyerek büyümüştür.
Bomba patlar patlamaz dümenci seslenir “Siya, çabuk siya”. Bu küreklerin ileri itilerek filikanın “olay yerine” çabucak ulaşması içindir. Bir iki dakika geçmeden oraya vardığımızda denizin üzerinde kocaman bir sürüyü ya çırpınır, ya da baygın bembeyaz karınları yukarı dönmüş olarak görürüz.
O zaman yapılacak şey bir an önce ağ kepçelerle onları filikaya almaktır.
Çünkü biraz sonra batarlar -ödleri patladı da ondan derlerdi-. Nadiren bazıları bu ağır baygınlıktan ayılıp kaçar gider. Ama çoğu cansız olarak deniz dibine çöker.
İşte o zaman biz dalarız. Elimizde sepet ya da torbalar.
Cansız kefalleri onlara doldurup yukarı filikaya çekeriz. Sonra bu, güya ganimet, hakça, eşitçe paylaşılır. İhtiyaçtan fazlası konu komşuya verilirdi.
Bunların geçtiği yıllarda ben Giresun Lisesi’nde ortaokul öğrencisiydim.
Yazları Fatsa’ya gelirdim. Çocukluk işte, dört gözle beklerdim o günleri ve ne yazık ki belki de “balıkçılık” denilen bu heyecanlı avcılığa katılmayı.
Şimdi gelelim işin aslına. Bu av şeklinde balık sürülerinin kendilerinde ve deniz dibinde bir yerdeki her biri bir balık olacak milyonlarca yumurtaları da yok olur gider. Dahası ne tür sezgilerle bilinmez, gün gelir balık sürüleri bu eşitsiz savaşın geçtiği yerlere hiç uğramaz olurlar.
Hem de yıllarca. Yaşadığımız günlerde çoğu önemli iklim değişiklikleri ve deniz canlıları arasındaki biyolojik dengeler hiçe sayılıyor.
Teknolojinin gelişmeleri ile bu ilkel av belki bugün bu denli pervasızca yapılmıyor veya yapılamıyor, başka yöntemler kullanılıyor ise de trol denilen denizin dibini kazıyan milyonlarca balığın kendisini, yumurtasını, çoluğunu çocuğunu yok eden yöntemlerin hâlâ kullanıldığını da işitiyoruz.
Ayrıca ne dersek diyelim uluslararası tarifiyle denizcilikten yüzyıllarca uzak kalmış bir toplum olarak çinekop denilen lüfer yavrusu boyunun 20 santimi bulmasını bile beklemeden acımasız ve en hoyrat şekilde bu küçük yavruları yumurtlama dönemine ulaşmadan avlanmaktan hâlâ vazgeçmediğimiz için hâlâ “Yok, bu sene lüfer yok”, “Uskumru yıllardır kayıp” der dururuz.
Bunların asıl nedenini söyleyip yazıp duran bilim adamlarımızı dinlemeyiz. Kulak vermedikçe de bu güzel denizlerimizin bir gün verimsiz çöllere döneceğini düşünmeyiz. Oysa bir tek çinekop geleceğin binlerce lüferi demektir.
Oysa gerçek denizci ülkelerde bu cinayetlere meydan verilmiyor artık. Balıkçılık da denizcilik gibi bilim ve teknolojiden payını almış.
Zaten bir ülkenin denizci ülke olabilmesi ancak denizlerde uluslararası ölçülerde bir şeyleri insanlığa sunmakla mümkün. Biz bu çapta bir şeyler yaptık mı acaba bir düşünelim...
En Çok Okunan Haberler
- Son anket: AKP eridi, fark kapanıyor
- Adliyede silahlı saldırı: Ölü ve yaralılar var!
- Ayşenur Arslan’ın Colani ile ilişkisi
- Serdar Ortaç: 'Ölmek istiyorum'
- Hatay’da yaşayan Alevi yurttaşlar kaygılı
- Köfteci Yusuf'tan gıda skandalı sonrası yeni hamle
- NATO Genel Sekreteri'nden tedirgin eden açıklama
- İBB'den 'Pınar Aydınlar' açıklaması: Tasvip etmiyoruz
- İmamoğlu'ndan 'Suriyeliler' açıklaması
- Edirne'de korkunç kaza