'Develi Kadın'ın meydan okuyuşu
Film, çok satmış bir kitabın başarılı sinema uyarlamasından öteye geçip seyirciyi iki saatlik zorlu bir Avustralya seyahatine çıkarıyor. Çöl romantizmiyle karışık yoğun bir insancıllık da barındıran “Tracks” akıcı, etkileyici anlatımı, görsel zenginliği ve başarılı müziklerinin yanı sıra seyri zevk veren, farklı bir yol filmine dönüşüyor sonuçta.
Modern kent yaşamının çarklarında öğütülmektense, tüm iç hesaplaşmalarıyla bireysel kaygılarını sırtlayıp köpeği ve 4 devesiyle birlikte Avustralya’yı boydan boya kat edip uygarlığın henüz uğramadığı ıssız topraklarla tepedeki güneşin kumlarını kızdırdığı büyük çölleri aşarak yürüye yürüye Hint Okyanusu’na ulaşmayı hedefleyen Avustralyalı azimli, özgür bir genç kadın Robyn Davidson (Mia Wasikowska).
Aynı zamanda 2700 km’lik, tabanvayla 6-7 ay sürecek bir kendini arayış yolculuğu da denebilecek bu zorlu sefer için 1977’de beş parasız yollara düşen Robyn’in ablası, 2 küçük yeğeni ve vaktiyle timsah öldürüp altın aradığı Afrika’yı dolaşmış, 1935’te Kalahari çölünü tek başına geçmiş babası uğurluyor. Annesinin o küçükken kendini asarak intihar etmesiyle köpeğinden ayrılmak zorunda kalıp teyzesinin yanında büyümüş Robin, çok sevdiği ve eğitip arkadaşı yapacağı 2 deve sahibi olmak amacıyla bir deve çiftliğinde köle gibi çalışıyor aylarca. Makinesi elinden düşmeyen Amerikalı fotoğrafçı Rick’in (Adam Driver) önerisiyle National Geographic dergisi sıcağa, kum fırtınalarına aldırmadan, yitirip bulduğu baba armağanı pusulasıyla her gün yaklaşık 30 km. yürüyen Robyn’in sıradışı yolculuğunu finanse ediyor.
Vahşi doğa koşullarında gittikçe zorlaşan bu çılgınca serüvene gözükara atılan, saldırgan vahşi develeri ne yazık ki vurmak zorunda kalan, bir süre yörenin yaşlı bir bilgesinin kılavuzluğunda yol alan, Aborijin kadınlarıyla da iyi anlaşan Robyn, fotokolik Rick’in destekleriyle sonunda varıyor, tüm kameraları ve mikrofonlarıyla açgözlü bir haberci ordusunun onu beklediği okyanus kıyısına. Başarısının tadını çıkarmaktansa zehirlenen köpeğini yitirmenin acısıyla “Çok yalnızım” diye ağlayarak Robyn’e sarılan Rick’in “Hepimiz öyleyiz” demesiyle de duygusal bir final yapıyor film.
1986’da göç ettiği Sydney-Avustralya’da yaptığı “Praise” (1998), “We Don’t Live Here Anymore” (2004), Somerset Maugham uyarlaması “The Painted Veil-Duvaklı Gelin” (2006), “Stone-Şantaj” (2010) gibi filmleriyle tanınan, 1960 New York doğumlu, Amerikalı senarist-yönetmen John Curran, ırkçı ve erkek egemen zihniyetlere meydan okuyup doğanın içerdiği tehlikelere de aldırmayan Robyn Davidson’un yıllar önce okuyup etkilendiği, çok satmış kitabını sonunda beyaz perdeye uyarlamış ve 2013 Venedik festivalinde epeyi ses getirmiş “Tracks-Çöldeki İzler”.
Zürafaanın çok daha iri kıyımı ve daha tüylüsü olan develeri çok sempatik kılan bu film, çok satmış bir kitabın başarılı sinema uyarlamasından öteye geçip seyirciyi 2 saatlik zorlu bir Avustralya seyahatine çıkarırken hedefine kilitlenmiş Robyn’in sadece tehlikeli doğa koşullarıyla değil, gelip geçtiği yerlerdeki o malum ırkçı, maço, cinsiyetçi ve sömürgeci zihniyetlerle mücadele etmesinin de altını çiziyor.
Özgür kadın karakterine odaklanırken çöl romantizmiyle karışık yoğun bir insancıllık da barındıran “Tracks” akıcı, etkileyici anlatımı, görsel zenginliği ve başarılı müziklerinin yanı sıra seyri zevk veren, farklı bir yol filmine dönüşüyor sonuçta. Son dönemin yükselen oyuncularından Mia Wasikowska’yı epeyce zorlayan bir rolde karşımıza getiren, yaratıcı bir yönetmenlik çabasının ürünü bu film, geçmişten gelen Nicolas Roeg’ün Avustralya’da çektiği “Walkabout” (1971) ya da Sean Penn’in en iyi yönetmenlik denemesi “Into the Wild” (2007) gibi bir alt kategori oluşturacak benzer konudaki başka başarılı örnekleri de akla getiriyor. Özetle diyeceğim, bugün gösterime giren “Tracks-Çöldeki İzler” bence haftanın filmi.
Kahraman kaptan
Bugün başlayan bir başka film de “Phantom-Hayalet”. Soğuk Savaş’ın iyice tırmandığı 1960’ların başında, emekliliğine hazırlanır ve karısıyla kızına kavuşmayı umarken denizaltısıyla gizli bir göreve çıkan, geçmişin karanlık anılarıyla karışık kâbuslar gören, babası da eski, saygın bir komutan olan, saralı, yaşlı bir Sovyet kaptanının (Ed Harris) hem yakınlarında seyreden nükleer bir ABD denizaltısıyla hem de son anda göreve katılan KGB ajanıyla (David Duchovny) mücadele ettiği “Phantom-Hayalet”, tamamı kapalı mekânda, denizaltının içinde geçen, kadınsız, alışılmış bir gerilim serüveni.
Gerçek olaylardan esinlenerek senaryoyu yazan Amerikalı Todd Robinson’un yönetmenliğini de üstlendiği “Hayalet”, inandırıcılığını gitgide yitirse de baştan sona yarattığı klostrofobik atmosferi ve William Fichtner, Lance Henriksen gibi isimleri barındıran, parlak oyuncu kadrosuyla ilgi çekebilir. Yer yer Burt Lancaster’li Clark Gable’lı, o ünlü siyah-beyaz savaş filmini, baştan sona denizaltında geçen, (ayrıca adıyla da unutulmaz) Robert Wise imzalı “Run Silent, Run Deep-Sessiz ve Derinden Git”i (1958) anımsatan “Hayalet”, dönemin Sovyet yönetimiyle çatışan insancıl kaptanın kahramanlaştırıldığı, erkek odaklı, beylik bir heyecan seyirliği. “Denizcinin içkisi rom, politikacının içkisi votka”dır deyip Moby Dick’ten alıntılar yapan kaptanı canlandıran, yılların Ed Harris’i filmin ağır topu.
En Çok Okunan Haberler
- Suriyeliler memleketine gidiyor
- İlber Ortaylı canlı yayını terk etti!
- Yaş sınırlaması Meclis’te
- ATM'lerde 20 gün sonra yeni dönem başlıyor
- İBB, Bilal Erdoğan dönemindeki taşınmazları geri aldı
- Erdoğan'dan flaş 'Suriyeliler' açıklaması
- Lütfü Savaş CHP'den ihraç edildi
- Suriye’de şeriatın sesleri!
- 'Onun ne olduğunu iyi biliyoruz'
- DEM Partili vekillerle 'Suriye' atışması!