Doktorun Dramı: Primum Nil Nocere!
Kişi elinde olmadan soruyor: Türkiye ağır hasta mıdır? Vicdanını tümden yitirmemiş her erk sahibi kişi, her kurumun yönetici kadrosu bir an durup düşünmelidir: Primum nil nocere! Önce zarar verme! Hiç olmazsa bundan böyle zarar verme!
1993 Sivas katliamında canı alınan kültür insanlarımızdan biri de şair Dr. Behçet Aysan’dı. Bilinen şey, hekimlik yemin gerektiren bir meslektir. Dünyanın her yanında hekimler mesleğe başlarken yemin ederler ve kendilerinden ölünceye dek o yemine sadık kalmaları beklenir. Vicdan sahibi hekim, büyük kriz anlarında dahi yeminini unutamaz. Behçet ve -artık aramızda olmayan- eşi Adviye dostlarımdı, bana kardeş gibi yakındılar. Behçet güçlü kuvvetli bir adamdı. İsteseydi, sağa sola birkaç omuz atıp kendini cehennem kulesine dönüşmüş o otelden dışarı atabilir, belki de canını kurtarabilirdi. Böyle yapsaydı onu suçlayabilir miydik? Hayır, hepimiz insanız ve can korkusu taşıyoruz. Ama o birçoğumuzdan daha insandı. Yangından sağ kurtulanların anlattıklarına göre, Behçet son ana kadar, dumandan boğulanlara yardım etmişti ta ki kendisi bilincini yitirene dek.
Silivri’de tutuklu bulunan bir başka doktorun, eski İnönü Üniversitesi Rektörü Prof. Dr. Fatih Hilmioğlu’nun mahkemede yaptığı savunmayı okurken (Cumhuriyet Bilim Teknoloji eki, 20/1/2012) gözyaşlarımı tutamadım ve son nefesine dek yeminini unutmayan Dr. Behçet Aysan’ı hatırladım. Prof. Hilmioğlu, kendisi de ciddi biçimde hasta olmasına ve ağır suçlarla itham edilmesine karşın, kendini savunarak başlamıyordu söze; ne de hastalığından söz ediyordu.
‘Önce zarar verme!’
Tıbbın birincil ilkesidir: Primum nil nocere: Önce zarar verme! Dr. Hilmioğlu o anda bile yeminine sadık kalıyor ve tutuklular arasındaki ağır hastaların durumunu bir bir yargıç heyetine arz ediyordu. Hekim, hastaların daha fazla zarara uğramaması için uğraşıyordu, elinden gelen sadece buydu. Prof. Hilmioğlu tarihe not düşüyordu. Emrinde top, tüfek, müfreze, tank, helikopter vs. bulunmayan üniversite hocalarının nasıl darbe yapabileceği ya da darbecilerle ne menem bir işbirliği içinde bulunabileceği çözülmesi zor bir muamma gibi toplumun karşısında durmakta. Hadi bu bilmeceyi bir kenara bırakalım. Malatya’ya hasbel kader yolu düşmüş herkes tarikatlara teslim olmuş, kentte rektör Hilmioğlu’nun tarikatlara karşı ödünsüz bir mücadele yürütmesine karşın sayılıp sevildiğine tanık olmuştur. Niçin? Çünkü o bir doktordur ve kentlilerin çoğunu tedavi etmiş, sağlığına kavuşturmuştur. Bir an için Prof. Hilmioğlu’nun suçlu olabileceği ihtimalini unutalım. Hilmioğlu’nun başına bir çorap örülmüşse eğer, çorabı örenler kendi açılarından hedefi 12’den vurmuşlardır. Çünkü kim, bir insanın görüşlerini o insana hayatını geri veren hekim kadar etkileyebilir?
Silivri tutuklularına öyle suçlamalar yöneltildi ki, güçlülere tabi kılınmayı ya da onlardan ürkmeyi ikinci bir tabiat halinde geliştirmemiş olan yurttaşların bile şaşkınlıktan dilleri tutuldu; susup kaldılar. Topluma yüksek hizmetleri bulunan kimseler de Silivri’ye konuk olmaya başlayınca şaşkınlık utanca dönüştü. Kimsenin kimse için yargılanmasın diyecek hali yok.
Ancak tüm uygar ülkelerde geçerli olan bir teamül vardır, toplum içinde belli konumlara gelmiş, topluma hizmet etmiş insanlar, kaçma olasılıkları yoksa tutuksuz yargılanırlar. Teamülün işletilmesini anımsatmak ise ilk önce, yargılanan kişilerin hizmet verdikleri kurumlarına düşmez mi? Üniversite, kurum olarak, çeşitli suçlamalarla tutuklu bulunan hayli kabarık sayıdaki üyeleri için böyle bir anımsatmada bulundu mu? Bulunduysa da ben duymadım.
Demokrasinin güvencesi hükümetlerden bağımsız olan özerk kurumlardır ve eskiden “kamuoyu” şimdilerde “sivil toplum” diye adlandırılan öğedir, yani sıradan seçmenin olayları yorumlayabilme yeteneğine ve yorumunu dile getirebilme alışkanlığına sahip olmasıdır. Biliyoruz, Türkiye’de sivil toplum zayıftır. Gene biliyoruz, ülkemizde yargı günümüzde vatandaşın gözünde ciddiyetini yitirmiştir. Nasıl yitirmesin ki? Bağlantıların apaçık olduğu bir vakada (örneğin Dink davası), birtakım kimselerin birlikte toplu kıyım yapabildikleri bir başka vakada (örneğin Sivas katliamı) örgütsel bağ bulamamaktadır da Silivri davalarında esen rüzgârdaki nem bile örgütsel bağ sayılmaktadır. Biliyoruz, Türkiye’de sıradan yurttaş kapısını vurmayan tehlikeye karşı sağırdır. Bugünkü upuzun tutukluluk sürelerine giden yol, 12 Eylül döneminden başlayarak, o zamanlar gencecik aydınlar olan sanıkların ak saçlı ihtiyarlar haline gelmelerine dek yıllarca yaşamları zehirleyerek süren siyasi davalara kamuoyunun duvarsız sağırlığı sayesinde döşenmiştir. Bilinen şey, yasa somut deliller varsa tutuklamayı vazetmektedir.
Yurttaş korkuyor
Somut delillerin varlığında, bir davanın otuz yıl sürmesini aklın alması mümkün değildir. Günümüzde ayyuka çıkan tutuklamalar kamuoyunun geleneksel sağırlığını aşındırmış, sıradan yurttaşı yargıyla ilgili olumsuz yorumlara sürüklemiştir. Ancak yurttaş güven yitimini yeterince vurgulayamamaktadır, çünkü korkmaktadır. Sıradan yurttaş sadece yargıya işinin düşmemesi için özen göstermekte, yani köşesine çekilip susmaktadır. Son günlerde bu genel suskunluğun tek ayrıksı örneğini, Dink davasına haklı protestolarını demokratik özgürlükler çerçevesinde ifade eden yurttaş kitlesinde gördük.
Soru, Dink davasına karşı duyarlılığın niye yüksek olduğu değildir. Bu sorunun yanıtı bellidir. Duyarlılığı besleyen tarihin yüküdür. Soru benzer duyarlılıkların niçin, acınası acıklı güldürülere dönüştürülmüş diğer davalarda gösterilemediğidir. Örneğin Sivas davasında.
Kahramanmaraş katliamının yaşandığı bir ülkede, on beş yıl sonra Sivas katliamı yinelenirken, kim bu alanda tarih yükünün ağır olmadığını iddia edebilir ki? Ya da kim aydınların kurban edilmesi bağlamında tarihimizin kuşlar kadar hafif olduğunu ileri sürebilir? Onu sağlığına kavuşturan hekime, elinde avucunda hiçbir şey yoksa bile, bahçesinden bostanından topladığı meyveyi sebzeyi götürerek teşekkür eden insanlarımıza ne olmuştur?
Kişi elinde olmadan soruyor: Türkiye ağır hasta mıdır? Vicdanını tümden yitirmemiş her erk sahibi kişi, her kurumun yönetici kadrosu bir an durup düşünmelidir: Primum nil nocere! Önce zarar verme! Hiç olmazsa bundan böyle zarar verme!
Prof. Dr. Erendiz Atasü/Ankara Üniversitesi Emekli Öğretim Üyesi
En Çok Okunan Haberler
- Son anket: AKP eridi, fark kapanıyor
- Adliyede silahlı saldırı: Ölü ve yaralılar var!
- Ayşenur Arslan’ın Colani ile ilişkisi
- Serdar Ortaç: 'Ölmek istiyorum'
- Hatay’da yaşayan Alevi yurttaşlar kaygılı
- NATO Genel Sekreteri'nden tedirgin eden açıklama
- Köfteci Yusuf'tan gıda skandalı sonrası yeni hamle
- İBB'den 'Pınar Aydınlar' açıklaması: Tasvip etmiyoruz
- İmamoğlu'ndan 'Suriyeliler' açıklaması
- Edirne'de korkunç kaza