Doris Lessing, duvarın hangi tarafındasın?

Türkçeye daha önce Türkü Söylüyor Otlar, Altın Defter, Gene Aşk, Mara ile Dann ve Alfred ile Emily adlı romanları kazandırılan yazarın, Hayatta Kalma Güncesi geç de olsa raflardaki yerini aldı. Distopik bir roman olan Hayatta Kalma Güncesi'nde Lessing, bilinçaltı dediğimiz şeyin okur nezdinde bir bakıma gerçekliğini sorgulama hissi uyandırıyor ama daha da fazlası var.

Doris Lessing, duvarın hangi tarafındasın?
Abone Ol google-news
Yayınlanma: 09.09.2010 - 07:50

Yorge Amado 'Çocukluğu insanın anayurdudur' diye yazar. Yazarlığını çağlar boyu sürdüren isimlerin kişisel tarihine ve özellikle de çocukluğuna baktığımızda, Amado'nun sözünün doğruluğu yerini bulur. Bu isimlerden biri de mutsuz çocuklukların romancılar yarattığını düşünen 'bir tuhaf yazar' Doris Lessing'dir. Evet, tuhaftır Lessing. Yaşamöyküsü, romanları, hikâyeleri ve verdiği demeçleriyle öyle tuhaftır ki 2007 yılında Nobel Edebiyat Ödülü'nü aldıktan sonra 'Bu tam bir felaket' der, çünkü fotoğraf çekimlerinden ve röportaj vermekten sıkılmış, yazamama korkusuna kapılmıştır. Onun ilgilendiği ödüller, unvanlar, onurlandırmalar değildir. Tüm bunlardan olabildiğince kaçar; severiz onun bu tuhaflığını'

Dünyanın ortasında bir yer

Bilemediğimiz nedenler silsilesi yüzünden dünyanın sonu gelir. Yiyecek, giyecek, temiz su, elektrik gibi temel ihtiyaçların kaynakları tükenmiş, uygarlık çökmek üzeredir. Aile birlikleri dağılır, hayatta kalanlar birliklerini kaybederek bireysel yaşamlarını sürdürmeye çalışır. İnsanlar çocuk çetelerin hâkim olduğu şehirlerde evlere hapsolmuş, çaresizdir. Kaosun ve anarşinin ve işgalcilerin başrolde olduğu şehirde romanın isimsiz anlatıcısı evinin penceresinden dışarıda olan biten her şeyi izler ve bu süre içerisinde şehirdeki barbarlık genç ya da çocuk denebilecek yaşta erkekler tarafından oluşturulan çetelerce yaygınlaşmaya devam eder. Romanın isimsiz anlatıcısı bir yandan dışarıda olup biteni okura aktarırken yaşadığı evin duvarın arkasındaki köhne odaları keşfeder, daha doğrusu duvar anlatıcıyı kendi varlığına çağırır sanki: 'Öylece bakıyordum-birden duvardan geçtim ve orada ne olduğunu gördüm.'

Dışarıda kaos, anarşi ve çağın belirsizliği sürerken anlatıcı gerçekdışılık pençesine düşer. Belki de gerçek düşman dışarıdaki dünya değil gerçekdışılığın ta kendisidir. Ama yine de anlatıcı duvarı aşıp 'öteki' tarafa geçmeye devam eder ve her seferinde kendi varoluşuna, evine, sığınağına geri döner. İlk iki ziyaretin ardından anlatıcının evine bir adam tarafından Emily Cartright adında genç bir kız getirilir. İçeri nasıl girdikleri belli değildir, anlatıcı ikisini de tanımaz, üstelik yanlarında adı Hugo olan kedi köpek karışımı tuhaf yaratık vardır. Adam Emily'yi göstererek 'Ona iyi bak' diyerek gider. Anlatıcı tüm bu olan bitene şaşırsa da kendini telkin etmekten geri kalmaz. Çünkü o zaten 'inanılmaz'ı kabul etmiş, onunla yaşamıştır. Sıradanlık beklentisinden vazgeçer, çünkü toplum ve dışarıdaki dünya ona 'normal' bir şeyler sunmayalı çok uzun zaman olmuştur. Genç kız Emily ve onun tuhaf yaratığı Hugo ve o sıra dışı duvarların ardındaki odalarla birlikte okuru hayata tutunmak için verilen iç ve dış savaşın içine sürükler.

Hayatta Kalma Güncesi'nin distopik bir roman olduğunu belirtmiştik. Distopya romanı olmasına rağmen dünyayı anarşi düzenine iten o müthiş krizin ne olduğuna açıklık getirmemeyi tercih etmiş yazar. Ama burada altını çizmemiz gereken diğer önemli bir nokta, romanın zaman zaman sert bir şekilde toplumu; Batı kültürünü, erkekler tarafından yaratılan seksist gerçekliğin kadını hapseden baskısını gözler önüne serdiği. Ayrıca duvarın arkasındaki odalar ve dış dünya olarak ikiye ayrılan romandan, dış olaylar olabildiğince gerçekçiyken duvarın arkasındaki odalar ise 'büyülü' gerçekçilikle anlatılmış ve hatta zaman zaman tuhaf yaratık Hugo'nun varlığı sayesinde fabl'a bile yaklaşmış ve tabii Emily karakterinin geçmişi hakkında anlatıcı ve Lessing bilgi vermese de tramvatik bir çocukluğa sahip olduğunu anlamak zor değil.

Roman boyunca düzenli olarak anlatıcı kendi dairesinin duvarının karşısına geçerek düşüncelere, hayallere dalar ve belki de gerçekliğe yaklaşır. Zaman ve mekân içerisinde geçişler yaparak hayaller görür. Bunlar çoğu zaman çağcıl zamandaki olaylarla ilişkilendirilebilir. Çünkü bu görüntülerin çoğu Emily'nin haşin annesinin ve kendisinden uzak babasının üzerinde yarattığı baskılardan kaynaklı mutsuz çocukluğudur.

Emily kendi hayatıyla ilgili hiçbir şey anlatmazken anlatıcı olan biteni duvarın arkasındaki odalarda görür. İşte tam da burada Doris Lessing'in anne ve babası gelir aklımıza. İşte Hayatta Kalma Güncesi de bu ve benzer diğer özellikleriyle yine ucundan da olsa otobiyografik öğeler taşır. Lessing'in burada kurduğu çok güzel bir dil var ki, o da bilinç dediğimiz şeyin fiziksel kurgusunu anlatıcının evindeki duvarla özdeşleştirerek okura aktarması. Duvarın ardındakilere tekrar dönecek olursak; anlatıcı evinden duvarın arkasındaki odalara her geçtiğinde geri dönmemek ister.

Gelenekler etrafında düşüncelere dalan anlatıcının yalnızlığı, arada okura seslenmesi, duvarı geçmeye çalışması bir tarafa, Lessing'in bu romanı akıla birçok soruyu getiriyor. Zaman zaman Emily karakterinin varlığından şüphe duysak da nedense duvarın arkasındaki görüntülerden şüphe duymuyoruz. İşte bu da Lessing'in o muhteşem dili ve kurgusunun büyüsü olsa gerek. Romanın sonlarına doğru ise şüphelerimiz ve sorularımız gittikçe artıyor ve bu arada da Emily (ya da belki o gerçekte her kim ise) duvarı oluşturan boyutların arasından geçerek daha iyi bir dünyaya adım atıyor ve okura şu soruyu sorduruyor 'Doris Lessing, sen duvarın hangi tarafındasın?'
 

Yaşadığı gibi yazan Lessing

Hayatta Kalma Güncesi'nin Emily'sinin anne babasından kaynaklı travmasının Doris Lessing'in özyaşam öyküsüyle ilişkili olduğunu belirtmiştik. Birinci Dünya Savaşı'nda bacağını kaybetmiş Britanyalı asker bir baba, Londra hastanesinde hemşire bir anne ve bu evlilikten bir kız çocuğu Doris Lessing. Yazar tüm çocukluk travmalarını bacağının birini savaşa kurban vermiş olan babasının savaşla ilgili anıları ve obsesif bir kadın olan annesinin himayesinde geçirir. Özellikle babasının Birinci Dünya Savaşı ile ilgili anlattığı öyküler Lessing'in çocuk dünyasında derin yaralar açar ki, zaten bunu Hayatta Kalma Güncesi'de dahil olmak üzere genelde tüm eserlerinde sıkça rastlarız.

Türkçeye çevrilen diğer bir eseri olan Alfred ile Emily'de yazar kendi çocukluk travmasının karşısına dikilerek, babasını güçlü kuvvetli bir erkek, annesini ise yaralı askerlere değil de çocuklara hemşirelik yapan bir kadın olarak hayal eder. Kitap iki temel parçadan oluşur; biri kurgu, diğeri ise gerçek. Kurgu olan bölüm, Birinci Dünya Savaşı 'yaşanmamış olsaydı' üzerine ve aslında Lessing'in sadece görmeyi umut ettiği kısım. İkinci bölüm ise otobiyografik ve gerçekten Birinci Dünya Savaşı ile paramparça hale gelmiş Lessing'in gerçek yaşamı.

On üç yaşında eğitim hayatını geride bırakır Lessing. Sırada Dickens, Lawrence, Stendhal, Tolstoy ve Dostoyevski vardır. Bu bir bakıma kendi yaşadığı gerçeklikten kaçıştır ama yine de yıllar boyu annesinin ve babasının kardeşlerine anlattığı savaş öyküleri son bulmaz. Unutmaya çalışsa da savaş ona göre bir zehirdir, onun deyişiyle, 'Büken ve çarpıtan bir zehir.' Yaşı ergeni geçtikçe annesinin de dahil olduğu bütün kadınlara karşı öfke duymaya başlar, çünkü o 'hastalıklı' kadınların çocukları da, bu hastalıklı durumdan zarar görüyordu. 'Öyle bir kadın nesline sahibiz ki; çocukları olduğu anda kendi hayatını durduruyor. Birçoğu sinir hastası haline geldi, çünkü okuldayken kurdukları hayaller ile yapabildikleri arasında çok büyük fark var' diyen Lessing 19 yaşında evlendiği ve iki çocuğa sahip olduğu Frank Wisdom'dan kendi kişiliğini darmadağın edebilecek olan 'bir kişiye tutsak olmak' fikrinden korkarak ailesini terk eder. Lessing'in kadın olma, anne olma, özgür olmaya, kendi 'ben'ini kurmaya dair yaşadıklarının birçoğunu yazarın başyapıtı sayılan Altın Defter'inde rastlamak mümkün.

Kadın hareketinin savaş borusu değil

Eleştirmenler tarafından 'okurunu provoke eden kitap' olarak tanımlanan Altın Defter, feminist çevrelerce birçok kez tartışmaya açıldı. Bunun en büyük nedeni, kitabın postmodern konusu ya da anlatım tarzıydı. Bir yazar ve yalnız bir kadın olan Ana Wulf'un kızıyla beraber sürdürdüğü yaşamının akılla delilik arasında gidip geldiği öyküsü etrafında kurgulanan kitap, Fransa'nın en saygın ödüllerinden Medicis Ödülü'nü 'Yabancı Roman' dalında almıştı.

Ödül bir tarafa birçok feminist grup feminist hareketin başyapıtı olarak görse de, bizim tuhaf yazar Lessing kitabı tamamen kadın ve siyasal kimliğini arayan bir kadının 'derinlikli' öyküsü olarak ele alarak feminist hareketin başyapıtı olduğu fikrine uzak durmuş, gülüp geçmiş ve şöyle demişti: 'Bu kitap Kadın Hareketi'nin savaş borusu değil.' Ama tabii bu demek değildi ki, Lessing kadınları desteklemeyi reddediyor. Kitapla birlikte yazar, kadınların saldırganlık, nefret, cinsellik, nefret gibi duygularını tanımlamaya çalışıyordu. Modern kadının boğuştuğu gerçek sorunlar ve zorlu yaşam koşullarının ele alındığı Altın Defter'de kaosun, şekilsizliğin ve hayal kırıklığının romanı ve dört farklı defter tutmaya karar veren Ana Wulf'un yaşamı ve düş dünyasında şekilleniyordu.

Kırmızı defter Ana'nın komünist partiye üyeliğiyle siyasal deneyimleri, sarı defter ananın acıyla sonlanan aşkından kaynaklanan ve aynı zamanda devam eden romanına temellenen duyguları, mavi defter iç dünyasını, rüyalarını, anılarını ve günlüklerini, siyah defter ise Afrika deneyimlerini anlatıyordu. Ne yalan söyleyelim kronolojik olmayan üst üste geçmiş postmodern biçeme sahip olan kitap aslında okuru romandaki ana temaya yöneltmeye zorlayan türden. Doris Lessing'in en uzun ve en etkili çalışmalarından biri olan Altın Defter'in bütünü ele alındığında bir Doris Lessing portresi ortaya çıkıyor ve tabii bu da bizi hiç şaşırtmıyor.

Her romanında ve öyküsünde öncelikle yurdu olan çocukluğundan kadınlığına uzanan yolu değişen dünya etrafında temele alan Doris Lessing bugün 91 yaşında ve birkaç yıl önce 'Yazmayı bırakmayı düşünüyor musunuz' sorusuna, 'Hayır asla durmayacağım, çünkü halen üzerinde derinlikli olarak düşündüğüm birçok nevrotik konu var. Şaka yapmıyorum, bu zaten olmalı. Bir romanı tamamladığımda bu ondan harika bir kopuş oluyor. Tek düşündüğüm onu yayıncıya kargoyla yollamak, yani, gurur ve mutluluk. Başka da bir şey yapmaya gerek yok' diyordu. O hâlâ İngiliz edebiyatının yaşayan en önemli yazarı.

 


Cumhuriyet Tatil Otel Rezervasyon

En Çok Okunan Haberler