Ekonomik Büyüme ve Gerçekler
Türkiye’nin bu iç tüketim artışına dayalı, tasarruf etmekten çok dışarıdan kaynak aktarılarak yürütülen bugünkü büyüme modelini uzun süre devam ettirebilmesi mümkün değil. Mümkün olsa bile istenmemeli. Bu yaklaşımın dışa bağımlılığı giderek arttırmanın ötesinde, ekonomiyi dış dünyadaki dalgalanmalara ve uluslararası sermaye hareketlerine karşı korumasız bıraktığı gerçeği unutulmamalı.
“Standard and Poors” adlı, bizim de anlaşmalı olduğumuz bir “değerlendirme” kuruluşunun Türkiye ekonomisinin görünümünü “durağan”a çevirmesi hükümeti, daha doğrusu Başbakan’ı fena halde hiddetlendirdi. Oysa yakın geçmişte “Standart and Poors” Türkiye’nin kredi notunu yükselttiği zamanlar bizim yetkililerden övgü alıyordu.
Aslında Başbakan yabancıların Türkiye ekonomisine iyimser gözle bakmalarına alışmış. Türkiye’ye dışarıdan bakanlar çeşitli nedenlerle olumlu gelişmeleri abartıyor, sorunları ise görmezden geliyor. Siyasal kimliği olanların nezaketen söylediklerini fazla ciddiye almamak gerekir. 2001 yılında Türkiye’yi ziyaret eden Dünya Bankası Başkanı, Ecevit hükümetinin politikalarını göklere çıkartmıştı da, aradan iki ay geçmeden ekonomi derin bir bunalımın içine düşmüştü. Ancak daha iyi bilmesi gereken bazı Batılı iktisatçıların aşırı iyimser yorumlarını anlamak kolay değil. Bu kişilerle ne zaman bir araya gelsem bana Türkiye’nin örnek büyümesini övüyor, kendilerine katılıp katılmadığımı soruyorlar. Bir süre konuştuktan sonra ne kadar yüzeysel düşündüklerini sanırım onlar da anlıyor.
Yanlış anlaşılmasın. Türkiye ekonomisinin son on yılda büyümediğini savunmuyorum. Ancak büyümenin iktidarın göstermeye çalıştığı boyutlarda olmadığı da gerçek. Başbakan’ın yaptığı gibi dolar bazındaki rakamları kullanarak, AKP iktidarı döneminde milli gelirimizin ikiye katlandığını söylemek yanıltıcı. Doğru olanı milli gelirdeki değişmeyi sabit fiyatları esas alarak hesaplamak. Öyle yapıldığında, 2002 yılındaki milli gelire 100 dersek 2011 yılı sonunda ulaşılan rakam 158. Yani artış yüzde 50’nin biraz üzerinde. Çok sayıda ülke aynı dönemde bunun üzerinde bir büyüme sağlamış. Öte yandan, başta sanayi üretimi rakamları olmak üzere 2012 yılının verileri ekonomide büyümenin ciddi biçimde hız kestiğini gösteriyor.
Tartışmayı daha sağlam bir zemine oturtabilmek için 2000’li yıllarda gerçekleşen büyümenin itici gücü üzerinde durmak gerekir. Ancak o zaman geleceğe yönelik bekleyişler daha gerçekçi olacaktır. Türkiye ekonomisinde büyümenin, uzun süredir dışardan gelen paraya dayalı iç talepteki artıştan kaynaklandığını bilmeyen kalmadı. 2000’li yıllar uluslararası alanda sermayenin bol olduğu bir dönem. Türkiye yürüttüğü yüksek faiz-düşük kur politikası ile yüksek nema arayan kısa vadeli sermayenin çekim merkezlerinden birisi oldu. Durum bugün de fazla farklı değil. Yaşanmakta olan kriz nedeniyle Batı’nın merkez bankaları kendi ülkelerinde faiz oranlarını neredeyse sıfır düzeyine itmiş bulunuyor. O nedenle de enflasyona göre faizlerin nispeten yüksekliği Türkiye’yi bu çeşit sermaye için çekici kılmaya devam ediyor.
Özellikle son on yıldır, Türkiye, kaynaklarının çok üzerinde tüketen bir ülke görünümünde. Her yıl dışarıdan ne kadar kaynak aktarıldığının göstergesi dış açık. Son dönemde gayri safi milli hasılanın yüzde 10’una kadar çıkan açıklar ekonominin geleceğini tehdit eder boyutlara ulaşmış durumda. Günümüzün dünyasında bunun başka bir örneği yok. Ekonomi bakanımız Zafer Çağlayan’a kalırsa her şey çok normal de “tek sivilce” dış açık. Eğer iktidar Bakan’ın sivilce diye tanımladığı açığın kaşına kaşına büyük bir yara hale geldiğini görmüyorsa işimiz zor demektir.
Öte yandan, dışarıdan gelen para dahil, elimizde avucumuzdakini hızla tükettiğimiz için toplum olarak ürettiğimizin giderek küçülen bir kısmını tasarruf ediyoruz. 1998 yılında yurtiçinde gerçekleşen tasarruflar gayri safi milli hasılanın yüzde 24.3’ü kadardı. Yani ülkede üretilenin yaklaşık dörtte birini tasarruf ediyorduk. Bu oran 2000’li yıllarda büyük düşüş gösterdi. Resmi kaynaklara göre 2010 yılında tasarruflar gayri safi milli hasılanın yüzde 14’ünün altına indi. 2011 yılında tasarrufun bu oranın da gerisinde kaldığını resmi ağızlardan duyuyoruz. Oysa 2000’li yıllarda örneğin Çin’de tasarruf oranı yüzde 45’in üzerinde; Malezya’da yüzde 43, Güney Kore’de yüzde 32.
Türkiye’nin bu iç tüketim artışına dayalı, tasarruf etmekten çok dışarıdan kaynak aktarılarak yürütülen bugünkü büyüme modelini uzun süre devam ettirebilmesi mümkün değil. Mümkün olsa bile istenmemeli. Bu yaklaşımın dışa bağımlılığı giderek arttırmanın ötesinde, ekonomiyi dış dünyadaki dalgalanmalara ve uluslararası sermaye hareketlerine karşı korumasız bıraktığı gerçeği unutulmamalı. Ancak iktidarın bu modelden vazgeçmek gibi bir kaygısı olmadığı da çok açık.
Baran Tuncer İktisatçı
En Çok Okunan Haberler
- Korgeneral Pekin'den çarpıcı yorum
- Suriye'yi nasıl terk ettiğinin ayrıntıları ortaya çıktı!
- Petlas'tan o yönetici hakkında açıklama
- Colani’nin arabası
- 3 zincir market şubesi mühürlendi
- Komutanları olumsuz görüş vermedi, görevlerinden oldu
- Nevşin Mengü hakkında karar
- 148 bin metrekarelik alan daha!
- Geri dönüş gerçekten 'akın akın' mı?
- Bakanlık 5 ildeki lahmacuncuları ifşa etti