Ekonomik krizin Avrupa'ya yansımaları...
Küresel krizin gözle görünür bir şekilde salladığı ülkelerin başında, hiç şüphesiz İngiltere geliyor. Son 17 yılın en yüksek işsizlik oranını gören İngiltere'de, işini kaybedenlerin sayısının 2009 yılının sonuna kadar artmaya devam ederek 2 milyon kişiyi hayli geçeceği tahmin ediliyor.
Krizin hemen sona ermesi beklenmediğinden, birbiri ardına acil önlem paketleri açıklanırken, ülkenin bankacılık ve yatırım faaliyetlerinin odak noktası olan, Londra’nın “The City” olarak bilinen kısmına yönelik özel tedbirler ilk sırada yer alıyor. Bu yılın sonuna kadar 60 bin kişinin daha işsiz kalması beklenen “The City”de yoğun bir şekilde bulunan bankalar ve diğer yatırım ve finansman şirketlerini kurtarmak için İngiliz hükümeti, 37 milyar sterlinlik bir garanti paketi açıkladı. Son üç ay içinde negatif büyüme gösteren ülke ekonomisinin durgunluğa (resesyona) girmemesi için ellerinden geleni yapacaklarını açıklayan Maliye Bakanı Alistair Darling, geçen pazar günü Sunday Telegraph’a verdiği mülakatta “borç alarak kamu harcamalarını mutlaka artıracaklarının”, böylece “konut taksit ödemesi olanların ve işlerini korumak isteyenlerin” durgunlukta boğulmasının önleneceğinin garantisini verdi. Kurtarma planının ikinci aşamasında kısa vadede “büyük kamu harcamaları” öngörülürken uzun vadede, İngiliz ekonomisinin “The City”ye olan bağımlılığının azaltılması düşünülüyor. Bu arada da, banka yöneticilerinin ve üst düzey çalışanların çok yüksek maaşları ve neredeyse sınırsız ikramiyeleri iyice göze batmış oldu.
Brown: Parlayan yıldız
Küresel krizin bu şekilde salladığı, üstelik genel seçimlerin yaklaştığı bir ülkenin başbakanının ve iktidar partisinin, anketlerde muhalefet karşısında olukça geriye düşmesi olağan bir durum olarak kabul edilir. Ancak Başbakan Gordon Brown, İngiltere’nin girdiği bu türbülansta hem kendisinin hem de genel başkanı olduğu ve kısa bir süre öncesine kadar anketlerin son 65 yılın en düşük oy oranında olduğunu gösterdiği İşçi Partisi’nin itibar tazelemesini sağladı. Brown’un krizin varlığını gerçekçi bir şekilde kabul etmesi, krizi ivedi ve etkin çözümlerle yönetmesi, bankacılık ve finans sektörünü güvence altına alması ve bu arada da İngiliz ekonomisinin ve serbest piyasanın en büyük kabusu olan “korumacı politikalara” gerek olmadığını açıklaması, ada halkının yüreğine su serpti. Brown’un daha önce Amerikan dolarına istikrar kazandırma çalışmalarına yaptığı ciddi katkı da zaten onun dünya finans çevreleri tarafından, küresel ekonominin en doğru regülasyonunu sağlayacak günümüz akil adamlarından biri olarak görülmesini sağlamıştı.
Brown, “parti değil memleket meselesi” olarak sunduğu acil kurtarma planını, muhalefet lideri Muhafazakar Parti Genel Başkanı David Cameron’un destek ve onayı ile kamuoyuna açıklamıştı. Ne var ki, bu açıklamalardan sonra Brown’un yıldızının bu kadar parlayacağını öngöremeyen Cameron, çok kısa bir süre içinde muhalefet görevine geri döndü. Brown’un Başbakan olmadan önce Maliye Bakanı olduğunu hatırlatan, onun dönemindeki “aşırı ve sorumsuz risk alımı ve harcamaların” ekonomiyi bugünkü kırılgan haline getirdiğini savunan Cameron, destek vermek yerine hesap sormak pozisyonunu benimsedi. Kesin tarihi halen belirlenmemiş olan ama 3 Haziran 2010’dan önce mutlaka yapılması gereken ve seçimlerin beş yerine dört yılda bir yapılması geleneği ile seçim harcamalarını kontrol altında tutmak amacıyla farklı seçimleri çakıştırmak eğilimi doğrultusunda, Avrupa Parlamentosu seçimlerinin yapılacağı 4 Haziran 2009 tarihinde yapılması beklenen Britanya genel seçimleri, halihazırda iç politikaların en büyük belirleyicisi durumunda. Seçimler bu kadar yaklaşmışken ve anketler, Muhafazakar Parti’nin 1990’larda kaybettiği orta İngiltere’yi yeniden kazanabileceğini gösterirken Cameron, kriz önlemleri konusunda Brown’a verdiği destekle kendi kuyusunu kendisi kazdığını hissetmiş olmalı ki vakit kaybetmeden krize yönelik alternatif önerilerini açıkladı. Bunların arasında en çarpıcı olanı, Britanya bütçesinin Maliye Bakanlığı’ndan bağımsız bir kurum tarafından hazırlanıp denetlenmesi teklifiydi.
Cameron’un muhalif ataklarının Brown’un krizde parlayan yıldızını söndürmeye şimdilik yetmediğini söylemek lazım. Üstelik, 15-16 Ekim günleri arasında Brüksel’de gerçekleştirilen AB Zirvesi sırasında yaptığı “Yeni Bretton Woods gerekiyor” çıkışıyla Brown, bu sefer küresel çapta büyük bir etki yarattı.
Fransa'dan rol çaldı
Brown’un son AB Zirvesi’nde yeni bir küresel finans düzeninin gerektiğine dair yaptığı konuşma gerçekten de büyük yankı yaptı. Bu yeni düzende, Bretton Woods kurumları olan Dünya Bankası ve IMF yeniden yapılandırılacak, finansal işlemlerde tam şeffaflık sağlanacak, gölge bankacılık denilen gizli kapaklı alternatif operasyonlara izin verilmeyecek ve küresel denetim ve erken uyarı sistemi ile aşırı ve sorumsuz risk alımı engellenecek. Bu erken uyarı sisteminin en önemli aracı da, en büyük 30 küresel finans şirketini toplu olarak gözetim, denetim ve tavsiye altında tutacak bir kurumsal mekanizma olacak. Yeni düzenin nasıl şekillendirileceğine karar vermek için de, çok gecikmeden ama ABD Başkanlık Seçimi sonrasında olacak biçimde, Kasım ayının sonu veya Aralık ayında, bir Dünya Finans Zirvesi toplanacak.
Bretton Woods kurumlarının yeniden yapılandırılmasını ilk defa olarak bundan yaklaşık 10 yıl önce, Asya’daki finansal kriz sırasında dile getiren Brown, geçen haftalarda Brüksel’de bu gerekliliğe bir kere daha ısrarla dikkat çekti. Zirve’nin hemen ardından, 17 Ekim günü Washington Post’ta yayımlanan makalesinde de, yeni bir küresel finans yönetiminin, yeni bir düzenin gerekliliğini vurgulayarak, çığır açacak bir reformun fikir babası olarak iyice ön plana çıktı.
Ancak, reform fikrinin öncelikle AB Zirvesi’nde dile getirilmiş olması İngiltere’nin, dönem başkanı Fransa’yı anlık olarak gölgede bırakmasına neden oldu. Fransızlar ve avrobürokratlar tarafından “şık” bulunmayan bu durum karşısında fikir, derhal AB’ye mal edildi ve fikrin sözcüsü Fransa Devlet Başkanı Nicolas Sarkozy haline geldi. İngiltere’ye çaldırdığı rolün dönem başkanı olarak yeniden kendisine verilmesinin aşırı memnuniyetiyle Sarkozy, küresel bir finans zirvesi için yeni ABD Başkanı’nın beklenmesine gerek olmadığını ve 17-18 Ekim günlerinde Avrupa Komisyonu Başkanı Barroso ile ABD’ye uçarak zirvenin tarihi ile ilgili olarak George W. Bush ile görüşeceğini açıkladı.
Ya sonra?
Sarkozy, her ne kadar dönem başkanı olarak kameraların tekrar kendisine dönmesinden büyük memnuniyet duyup, projeyi, “Avrupa bu zirveyi bu yıl bitmeden istiyor. Avrupa istiyor, rica ediyor; Avrupa bunu sağlayacak” diyerek Avrupa adına sahiplenmiş olsa da, sıra zirve sonuç bildirisine geldiğinde Sarkozy’nin iddialı söyleminden eser kalmadığı görüldü. AB her zamanki tereddütlü haliyle “Avrupa düzeyinde denetim için eşgüdümlülük sağlanması” konusunda fikir birliği içinde olduğunu dile getirse de, güçlü bir irade sergilemekten oldukça uzaktı. Finans dünyası için nasıl bir “ortak denetim mekanizması” önermeleri gerektiği konusunda hazırlıksız yakalanan üye ülkeler, dolayısıyla ortak bir adım atma girişiminde de henüz bulunmayacaklar. Zaten, Sarkozy ve Barroso’nun Camp David’de Bush ile yaptıkları görüşmeden sonra da, Sarkozy’nin hevesli halinin aksine, bir dünya finans zirvesi için ABD’deki seçimlerin sonucunu mutlaka beklemek gerektiği bir kere daha ortaya çıkmış oldu.
Küresel finans yönetimi zirvesine hazırlık yapmanın yanı sıra AB’yi bekleyen ev ödevlerinden bir tanesi de, Aralık 2009’da Kopenhag’da yapılacak olan Birleşmiş Milletler İklim Zirvesi’ne hazırlanmak ve burada Avrupa adına bütüncül, tek bir temsiliyet sergilemek... Ekonomik krizin damgasını vurduğu son Brüksel toplantısı aslında iklim değişikliği ile mücadelede alınacak tedbirler üzerinde artık anlaşılması için tasarlanmıştı ve bir kere daha istenilen boyutta ilerleme kaydedilemedi.
AB, küresel finans ve iklim zirvelerinde istediği gibi tek sesle konuşabilecek mi bunu zaman gösterecek. Ancak AB’nin aykırı çocuğu İngiltere’ye dönersek, özellikle son ekonomik kriz Londra’nın -parlak fikriyle tek başına öne çıksa da- derdine çareyi AB’nin içinde aradığını, küresel bir çözümün ilk ayağı olarak Avrupa seviyesinde sıkı bir finansal kontrolü benimsediğini ortaya çıkardı. Kimilerine göre kriz, İngiltere’yi AB ile kaynaştıracak bir fırsat olacak. Ne var ki, burada göz önüne alınması gereken nokta, İngiltere’nin Avrupa çözümünden ziyade küresel çözümün peşinde olduğudur. Washington Post makalesinde Brown diyor ki; kriz söz konusu olduğunda “İngiltere yok. Avrupa yok. Amerika yok. Bu işte herkes birlikte.”
En Çok Okunan Haberler
- Rus basını yazdı: Esad ailesini Rusya'da neler bekliyor?
- Esad'a ikinci darbe
- İmamoğlu'ndan Erdoğan'a sert çıkış!
- Türkiye'nin 'konumu' hakkında açıklama
- Çanakkale'de korkutan deprem!
- Naci Görür'den korkutan uyarı
- Kurum, şişeyi elinin tersiyle fırlattı
- 6 asker şehit olmuştu
- Kalın Colani'nin yolcusu!
- Erdoğan'a kendi sözleriyle yanıt verdi