Eriş: ‘Tanık oluyormuş gibi yazmaya çalışıyorum’

Mahir Ünsal Eriş altı yıl aradan sonra “Sarıyaz” ve “Kara Yarısı” adlı iki yeni öykü kitabıyla okurlarla buluştu. Eriş, aynı olayın etrafında dönen ve birbirine bağlanan sekiz öyküden oluşan “Sarıyaz”da, küçük bir kıyı şehrindeki sıradan sanılan insanların dünyalarını iki doğa olayı Kuzey Afrika kaynaklı sarı kum fırtınası ve depremle bileştirerek anlatıyor. Aşklarına, hüsranlarına, isyanlarına, hezeyanlarına, kalp yaralarına ve sokağı dillendirerek hayata tutunma çabalarına aracı oluyor. “Kara Yarısı”nda ise kimi öykülerde küçük dünyalarına, aşamadıkları içsel sınırlara veya muhitlerinin kalıplarına hapsolanların yanı sıra adli cinnet olaylarına, insanoğlunun kara yarısına, içindeki şerre kapılanları merceğe alıyor. Mahir Ünsal Eriş ile “Sarıyaz” ve “Kara Yarısı”nı konuştuk.

Yayınlanma: 17.02.2021 - 00:15
Abone Ol google-news

- “Sarıyaz”daki öykülerde kişilerinizin hal ve gidişatlarında metaforlaşan Afrika’dan gelen sarı kum fırtınası ve ardından vuran deprem ortak bir nokta. Sarıyaz’ı ilk olarak bu açıdan değerlendirir misiniz?

- İnsanları en kolay biraraya getiren şeylerden birinin toplumca yaşanan ortak travmalar ve olaylar olduğunu düşünüyorum. “Sarıyaz”ı da yazarken belli bir çatının altında birbirine değen ve değerken bir yanıyla da bağımsız seyreden hikâyeler birarada olsun istedim. Afrika’dan gelen sarı kumun yarattığı ürkütücü manzaranın ve depremin kişilerde yarattığı telaş, şok, ihtiyari/gayrıihtiyari sorgulamalar öykülerde bu bağlamda buluştu. Deprem konusuna özellikle kafa yoran ve yazmayı seven biriyim. “Dünya Bu Kadar” adlı romanımda da deprem vardı. Bir hikâyeci olarak toplumsal travmaların etrafında yazmayı tercih ediyorum.

- Farklı dünyaların insanlarını buluşturuyorsunuz. Ruhsal ve/veya sınıfsal ‘diptekiler’ ile ‘yüzdekiler’ ve/veya ‘güya yüzdekiler’ hayatın hırgüründe birbirine temas ediyor.

- Yaşanan toplumsal bir olayın her katmana ve insana nasıl etki ettiği benim için başlı başına bir hikâye konusu. Herkes aynı depremi yaşıyor ama bambaşka bir yoğunlukta, bambaşka bir deneyim olarak yaşıyor. Hepsi hayali kişilerden oluşan bu hikâyelerde kişileri dediğiniz gibi temas ettirirken de amacım; bu yaşamların iç içe yol alabilmesi, sıradan veya sıradışı olasılıklarla gelişmesi.

KÜÇÜK KIYAMETLER!

- Güllük gülistanlık öykülerin yazarı değilsiniz.

- Hayır, tam tersine insanların küçük kıyametlerini yazmayı, şen zamanlarından çok kederli, derde batmış zamanlarını anlatmayı daha ilginç buluyorum. Ümitsiz bir dil kurmamaya dikkat etmekle birlikte asıl hikâyeyi orada görüyorum.

- Öykülerinizde birşeylerin ve bireylerin yavaş yavaş değişmesi dikkat çekiyor. Bu noktada süreçleri nasıl işletiyor ve genellikle nasıl yazıyorsunuz?

- Öykü kişilerimi tanıyormuş gibi değil de yaşamlarına, yaşamlarının belli bir zaman dilimine okurla birlikte tanık oluyormuş gibi yazmaya çalışıyorum. Didaktik bir perspektifim yok. Öykülerimi mahallenin dedikoducusu teyzesi gibi başkalarına anlatmayı seviyorum. Bazen yargılıyorum bazen yargılamaktan uzak duruyorum, bazen taraf oluyorum.

Temel motivasyonum bunları başkalarıyla paylaşmak istemem. Yoksa ‘Sana şu anda hayatının en önemli sırlarından birini vereceğim sevgili okur’ gibi bir duygum yok. Yazarken yazıyor olmaktan, yazmaktan aldığım hazzın dışında başka hiçbir şey düşünmüyorum. Bir hikâyeyi kafamın içinde haftalarca, aylarca gezdiriyorum. Ağzımdan burnumdan taşacak hale geldiğinde de nöbet geçirir gibi yazıyorum.

- Öykülerin net bir finali hem var hem yok. Devam ediyor hissi veriyor.

- Bizim kültürümüz kati sonlara yakın bir kültür. Kahramanların mutlu sona ulaştıktan sonra neler yaşadıklarını genelde bilmeyiz. Oysa insanı gerçek yapan, mutlu sondan sonra bununla nasıl baş edebildiği, yola nasıl devam edebildiği.

‘ANNEMİN SESİNİ DUYARAK YAZIYORUM!

- Bir torunun dilinden Çanakkale öyküsü “dedemin turnası”; çevresel, doğa ve folklorik betimlerle örülü. Söylencesel bir biçemle yazılı. Sizden izler taşıyor mu?

- Özellikle Bandırma-Çanakkale öyküleri anlatan adam etiketinden kesinlikle kaçınıyorum ama nasıl ki arkeologlar bir küpü, bir testiyi bulduğu zaman toprağından onun nereye ait olduğunu çıkarıyorlarsa bu insan için de söz konusu. Bu tür öykülerimi yazarken de hep annemin sesini duyarak, hep annemin Türkçesiyle yazıyorum. Ben oranın toprağından bir küpüm, dolayısıyla bu yazdıklarıma yansıyor.

- Kimi öykülerinizdeki polisiye yapısını anlatır mısınız? Aksiyonu, merak duygusunu memleketim adli olayları perdesinden seri bir dille işliyorsunuz; cinayet, tecavüz, trafik kazası, politize menfur olaylar... “burada bir sokak”, “makasçı yaşar” öykülerinizde işlediğiniz gibi çocuğa şiddet, taciz hele ki...

- Polisiyeye bir yatkınlık hissediyorum evet, ama o da özellikle kurduğum bir çerçeve değil. Refleks halinde yazıyorum. Ortada bir felaket yaşanıyor ve bu da benim çığlık atma, olay yerine dikkat çekme biçimim.

‘GENÇLER ÜMİTSİZ!’

- Özellikle bir politik düzlem kaygısıyla hareket etmiyorsunuz.

- Hayır. Elbette politik süzgecimden geçiyorlar ki sosyalist olduğumu her zaman dile getiriyorum ama özellikle politik yazayım diye uğraşmıyorum.

- Konuları genelde öyle çok da nazik olmayan öykü kişileri evreninde dobra dille aktardığınızı söylesem ne der yazarı? Nazik olmayandan kastettiğim; yetişkinler hayatın gerçeklerinden nasipli, gençler gelecek kaygılarıyla haşat!

- Kesinlikle. Daha diri, gerçek tipler kurgulayabilmek için insana baktığımızda ülkemizde gördüğümüz bu. Gençler dediniz; ülkemizin gençlerinin çoğu artık gelecek için kaygılanamayacak kadar ümitsiz. O derece yani. Kötüsü saçma bir tevekküle gidiyor iş. Kitabımdaki ergenler nasılsa üniversite sınavlarının sonuçları gelince elimiz mahkûm bizi bir dükkana verecekler duygusundalar.

- Gençlik başlarında duman olamıyor!

- Maalesef. Kara duman oluyor hatta. En gerçek kişilerim onlardır diyebilirim.

REHA MAĞDEN VE MELİH CEVDET...

- “Kara Yarısı”nda, aşk, ahlâk, sadakat konularını çok boyutlu işliyorsunuz. O söylencesel tatla yazılı olanlarda bu edebi bir yol almaya da dönüşüyor. Meselâ “istop” / “damat’ın hikâyesi” / “o akşam söyleyecektim”...

- Her şey insan için diye bakıyorum; ihanet de, sadakat de, aşk da, kendi cinsinden birine aşık olmak da, kendi cinsinden ve karşı cinsten birine kapılıp istismara uğramak, dolandırılmak, evlenmek, boşanmak, terketmek de... Gerçek yaşamdan uzaklaşmamaya çalışıyorum. Başka türlüsünü zaten bilemiyorum, beceremiyorum. Benim için yazmak da, edebiyat da bu!

- Melih Cevdet Anday… Reha Mağden... Onlara atfen iki öykü var...

- Reha Muğden’in Murad Davman adlı bir dedektif karakteri vardı. Öykümdeki Murat Dağman karakterinin adı da ona göndermedir. Reha Mağden çok az eser verebilmiş, çok iyi bir öykücü ve gazeteciydi. Harika bir adamdı. Keşke daha çok yazabilmiş olsaydı. Birkaç isim var böyle hissettiğim; bir Yusuf Atılgan, bir Sevgi Soysal gibi. Melih Cevdet’i ise sadece bir edebiyatçı olarak değil bir Türk aydını olarak, Türk Aydınlanmasının çok önemli isimlerinden biri olarak, gazeteciliği, hocalığı, edebiyatçılığıyla, çevirmenliğiyle, radyo programı yapımcılığıyla çok başka bir yere koyuyorum. İçinde bulunduğu her türden işi hakkıyla yapmak bir tarafa aldığından daha yüksek seviyede bırakmış bir aydın. O nedenle bir öykümde onurla misafir etmek istedim.

Sarıyaz / Mahir Ünsal Eriş / Can Yayınları / 136 s.

Kara Yarısı / Mahir Ünsal Eriş / Can Yayınları / 144 s.


Cumhuriyet Tatil Otel Rezervasyon

En Çok Okunan Haberler