Faiz, Döviz, Borsa Demokrasisi!
Bugün de demokrasinin önündeki en büyük engel asker değil, dünkü “nüfuz”u “imtiyaz”a çevirmiş görünen dinci sermaye ile ondan beslenen siyaset kadrolarıdır. Bu yüzden, tek parti dönemi cumhuriyeti diktatörlükle suçlayanlar, ya tarihe ve topluma bin yıllık şeriat geleneği içinde oluşmuş bir mercek ardından bakılan toplumda cumhuriyetin halkoylaması ile kurulamayacağını, halkoylamasına gidilseydi sandıktan hilafetin çıkacağını bilmeyecek kadar bilisiz ya da sandıktan çıkacak hilafeti “milli irade” sayacak kadar hilafete tarihen bağlı bilinçsiz çevrelerdir.
Demokrasi, borsada, döviz ve faiz piyasasında değil, Aydınlanmayı ve Sanayi Devrimi’ni yaşamış Batı’da ortaya çıkmıştır. Aydınlanma, kilise öğretisi karşısında aklın, Sanayi Devrimi, sermaye karşısında emeğin özgürleşme eylemidir.
1789’un siyasal demokrasisi, Sanayi Devrimi ile “sosyal” ve “ekonomik” bir içerik kazanmış, çalışanların, emekçilerin, sosyal açıdan hep “risk” altında olanların çalışma ve işgücünün korunması, ilk kez bir anayasal güvenceye bağlanmıştır. Ancak bu sonuca, “iş istiyoruz”, “ekmek istiyoruz” diyerek Paris sokaklarında barikatlar kuran işçilerle ordu arasındaki binlerce kişinin öldüğü kanlı çarpışmalar sonucu ulaşılabilmiştir. Çünkü, hakların ilki, “aç kalmamak”tır. Bu hakkın bilinci ise “aydınlanma”dır. Bu tarihsel iklimi yaşamamış hiçbir toplum, demokrasiye geçememiş, geçse bile onu içselleştirememiştir.
Ülkemiz açısından da durum budur. Bu yüzden Türkiye’de demokratikleşmenin önündeki engel “ordu” ve “darbe”ler değil, demokrasinin varlık şartı olan “aydınlanma”yı ve “burjuvazi”yi oluşturma eylemi olan “laik Cumhuriyet”e daha kuruluşunda gösterilen ve bugün de alttan alta sürdürülen direnmelerdir. Aydınlanmayı ve Sanayi Devrimi’ni yaşamamış 1923’lerin Türkiyesi’nde laik Cumhuriyetin itici ve taşıyıcı gücü, ordu olmuştur. Bu ordunun demokrasi ile bir sorunu olamaz.
Ancak Türkiye’de “bilinen” bir çevrenin laik Cumhuriyetle sorunu olduğu, tartışmasızdır. Bu yüzden demokratikleşme açısından ülkemizin önündeki engel, kendisini “saptırılmış çoğunluk tercihi” olarak gösteren aydınlanma eksikliği ve sınıfsal tabanı olmayan demokrasidir.
Dün, “Siz isterseniz hilafeti bile geri getirebilirsiniz” diyen bir “milli irade softalığı”na indirgenen demokrasi, bugün de fabrikada, üretim araçlarında, üretim ilişkilerinde, işgücü ve emek bazında değil, borsa-döviz-faiz piyasasında, bu piyasadaki spekülasyonlardan beslenen, özellikle “faiz haramdır” propagandası ile yurtdışındaki vatandaşlardan “kâr payı ortaklığı” kandırmacası ile toplanan paralardan palazlanan dinci bir sermayenin elinde şekillenmekte, iktidarını bu sınıfa borçlu olan siyasal kadrolar da siyasal hayatı bu sınıfın istek ve beklentilerine göre yeniden şekillendirmektedir. Bu yüzden ülkemizde demokrasi, aydınlanmış akıl ve burjuvazinin itici gücü üzerine değil, dinci vakıf, tarikat ve cemaat yapılanması üzerine monte edilmiş, bu yüzden özürlü doğmuştur.
Nasıl gelindi?
Demokrasiyi gerçek içeriğine yabancılaştıran bu sürece, daha işin başında laik Cumhuriyete direnmekle girilmiştir. Laik Cumhuriyet, demokratik Türkiye’ye giden yolun ilk adımıdır. Aydınlanmayı ve Sanayi Devrimi’ni yaşamamış, halkoylamasına gidilseydi sandıktan “hilafet”in çıkacağı bir Türkiye’de asker ve bir avuç sivil aydının dışında kendisini sırtlayıp götürecek başka bir sınıfsal tabanı olmadan kurulan Cumhuriyet, demokrasinin itici gücü olacak aydınlanma ve burjuvazi yaratma yolunda çok önemli adımlar atmıştır. Öğretim Birliği, Köy Enstitüleri, insanlığın ve uygarlığın ortak değeri olan klasiklerin Türkçeye kazandırılması, bu adımların en önemli olanlarıdır.
Ancak siyasette dinsel inanç ve değerlere dayanmayı “güvenli bölge” sayan ve gelecekteki iktidarlarını bu “güvenli bölge” üzerine kurmayı hedefleyen çevreler, aydınlanma eylemini derhal durdurmuş, Atatürk dönemini sinerek geçirmiş ne kadar tarikat ve cemaat varsa kamuoyunda onlara meşruiyet ve popülarite kazandırılarak, teokrasiye aşılanmış bir demokrasi, demokrasi diye yutturulmaya çalışılmıştır. Süreç o gün bugündür bu doğrultuda işlemekte, Türkiye’de demokrasi, bir dış müdahaleye gerek kalmaksızın, üzerine oturtulduğu bu iç dinamiklerle, zaten sürekli sabote edilmektedir.
Şimdi, “ne şeriat, ne darbe” sloganları ile meydanları dolduran halkımız, “ya darbe, ya demokrasi” ikilemi ile kapana kıstırılarak, demokrasiyi kalkan yapıp Cumhuriyete, laikliğe, şimdilik doğrudan göze alınamadığı için İnönü üzerinden Atatürk’e saldıran bir vakıf, tarikat ve cemaat demokrasisine razı edilmeye çalışılmaktadır.
Yağcılıkta kralların soytarılarını bile yaya bırakan bir medya gücünün desteğini de arkasına alan bu demokrasi anlayışı, Hobbes’u utandırmayacak boyutlara ulaşmış görünmektedir. Demokrasiyi eleştirirken, “Kralların soytarıları vardır” der, ünlü düşünür Thomas Hobbes, “fakat demokrasilerde bunlar daha çoktur ve bu yüzden daha masraflıdır.” Türkiye’de demokratik siyasi hayatın “Arşimet noktası” da budur: Evet, demokrasi, ama nasıl bir demokrasi? Elbette demokrasi, ama asla idolatry değil! Unutulmamalıdır ki, “En kötü demokrasi, darbeden iyidir” gibi asıl niyetin ürkek ifadesi olan bir söylem, içi boş, karşımızdaki insanlarda işimize gelen duygu, düşünce ve davranışların doğmasını sağlamaya yönelik retorik amaçlı bir söylem olup, demokrasiyi işine geldiği gibi anlayanların kurduğu sinsi bir tuzaktır. Demokrasiye gerçek içeriğini kaybettirip, onu idolatriye çeviren (içeriği ne olursa olsun ilahlaştıran) bir demokrasi anlayışı da en az darbeler kadar yanlış bir “eylemek”tir.
Bugün ülkemizde, demokrasiden yana imiş gibi görünüp, demokrasiyi laik okullara rakip imam okullarında ya da Cumhuriyeti yıkma yeminlerinin edildiği kuran kurslarında kazandıkları kavram çerçevesine sıkıştırmaya çalışan, devleti kafalarındaki bu kavramlara göre yeniden düzenlemek isteyen bir anlayış, demokrasi mücahitliğine soyunmuş görünmektedir. Tam da bu noktada ulusça sormamız gereken şudur: Eylenmek istenen bu demokrasinin darbeden farkı nedir?
Unutulmaması gereken
Aydınlanmayı ve Sanayi Devrimi’ni yaşamamış 1923’lerin Türkiye’sinde asker ve bir avuç sivil aydının omuzlarında taşıdığı laik Cumhuriyet, demokrasinin itici gücü olacak aydınlanmayı sağlamak ve burjuvaziyi oluşturmak için büyük çabalar harcamış, ancak değişime direnen ağa, eşraf nüfuzu ve siyaset erbabının çıkarları yüzünden sürekli engellenmiştir.
Bugün de demokrasinin önündeki en büyük engel asker değil, dünkü “nüfuz”u “imtiyaz”a çevirmiş görünen dinci sermaye ile ondan beslenen siyaset kadrolarıdır. Bu yüzden, tek parti dönemi cumhuriyetini diktatörlükle suçlayanlar, ya tarihe ve topluma bin yıllık şeriat geleneği içinde oluşmuş bir mercek ardından bakılan toplumda cumhuriyetin halkoylaması ile kurulamayacağını, halkoylamasına gidilseydi sandıktan hilafetin çıkacağını bilmeyecek kadar bilisiz ya da sandıktan çıkacak hilafeti “milli irade” sayacak kadar hilafete tarihen bağlı bilinçsiz çevrelerdir.
En Çok Okunan Haberler
- Rus basını yazdı: Esad ailesini Rusya'da neler bekliyor?
- Türkiye'nin 'konumu' hakkında açıklama
- İmamoğlu'ndan Erdoğan'a sert çıkış!
- Kalın Colani'nin yolcusu!
- Çanakkale'de korkutan deprem!
- Naci Görür'den korkutan uyarı
- Erdoğan'a kendi sözleriyle yanıt verdi
- Kurum, şişeyi elinin tersiyle fırlattı
- 35 milyon TL değerinde altın sikke ele geçirildi
- Türkiye'den Şam Büyükelçiliği'ne atama!