Geçmiş ölür mü?
Öncesi ve sonrasıyla, mutlak bir “şimdi”nin içinde eriyip kaynaşan yaşamlar... Arda Çınarlık’ın yazdığı Zaman Düşümü; pişmanlık, yalnızlık ve anlamsızlık içinde çırpınan bir ademin, Dünya’nın tepesine, Doğu ile Batı’nın bir olduğu yere, zaman düşümsel karşılığıyla “bir” olarak çıktığı, zaman ötesi bir yolculuğunun hikâyesi...
Bilen
bilir, geçmişle yüzleşmek öyle kolay meslek değildir. Bir sürü dertle beraber
çuval çuval ölü çıkıverince karşımıza, bırakalım önümüzü, kendimize dahi
göremeyiz. Sürekli bulanık halde yaşamak, sadece “güzel” anları hatırlamak ve
tarif edilmez şekilde eksik hissetmek hep bundan ötürü olsa gerek.
Arda
Çınarlık’ın yazdığı Zaman Düşümü adlı romanda da geçmiş, benzer bir konumda
inşa edilmiş. Çınarlık’ın ikinci kitabı olan Zaman Düşümü A7 Kitap etiketiyle
raflardaki yerini çoktan aldı ve okurunu beklemeye başladı bile.
ÖLÜLERLE YAŞAMAK
“‘İnsan
ölüm karşısında ne kadar aciz, hayatta var olmak, aczin ıstırabını sürekli
körüklüyor, yok olmak ise korkutuyor’ diye geçirdi aklından yarı uyur halde.
‘Keşke en başından hiç var olmasaydım.’”
Otuzlu
yaşlarda, filoloji mezunu olan Alef, bir yandan doktorasına devam ederken bir
yandan da çeşitli meseleler üzerine Osmanlıcadan çeviriler yapar. Cihangir’de,
anneannesiyle dedesinden kalma bir evde tek başına yaşar ancak bu dışarıdan
görüldüğü kadar cazip bir şey değildir. Çünkü bu ev tamamen geçmişe aittir;
eşyalarıyla, anılarıyla, ölüleriyle. Öylesine geçmiştedir ki ev, Alef’in
şimdiyi yaşamasına müsaade etmez.
Alef
alışmıştır aslında bu duruma. Adına depresyon mu deriz, yoksa acı mı bilinmez
ama üzerine çöreklenen bu hissi günlük yaşamı haline getirmiştir. Diğer bir
değişle onun savunma biçimi de bu olup çıkmıştır.
Tam da
bu yüzden geçmişle kurduğu ilişki, kişisel trajedisinin de ötesine uzanarak
tarihe dokunmaya, o devri, dahası o devirdeki insanları, yani günümüzün
ölülerini kapsamaya başlar. O da her fırsat bulduğunda eski mezarlıkları
ziyaret eder.
Şahidelerin
üzerlerindeki yazıları defterine geçirir ve kendini döneme dair düşünmeye
kaptırır. Sonra da bu düşünceler döne dolaşa gelip kişisel hayatına, acı
hatıralara dönüşür, bir süre sonra da ete kemiğe bürünür ve Alef’in kendisi
olup çıkar.
Alef
varoluşsal sancılarla yuvarlanırken, hiç beklenmedik bir zamanda Suna çıkıverir
karşısına. Suna, Alef’in aksine ailesiyle beraber büyümüş olsa da tıpkı Alef
gibi, sırlarla örülü bir geçmiş taşır sırtında. Ne var ki acıları da onlarla
mücadele etme yöntemi de farklıdır.
“YAŞAMAK BAZEN SABIR İSTER”
“‘Anlamsız!’
diye yineledi; gözlerini kocaman açtı ve tekrar tekrar söyledi: ‘Anlamsız!
Anlamsız! Anlamsız!’ Evet, Alef beklediği, arzuladığı epifaniye nihayet
ulaşmıştı. ‘Anlamsızlık!’ Ona bugün takside musallat olan illetin müsebbibi
herhangi bir şeyin haddinden fazla bulunması değil, bir şeyin hiç olmamasının
sancısıydı. Olmayan şey anlam’dı.”
Alef
ve Suna arasında başlayan ilişki ikisini de yakalarından tutup şöyle bir
sarsar. Birbirlerinin yaralarına dokunmaya heveslidirler, yürümeyi yeni öğrenmiş
çocukları andırsalar da ruh halleri yerli yerindedir.
Özellikle
de Alef, ölülerle, ölümle ilişki kurmaya öyle alışkındır ki yaşayanlarla doğru
düzgün bir iletişim kurmakta zorlanır ya da bunu tercih etmez. Hatta eski
sevgilisi Funda, ara verdiği doktora bile “ölü” konumdadır; terk etmiş, terk
edilmiştir. “Ölülerin” eşyalarıyla dolu olan antika dükkânın sahibi Cemal
Bey’le sohbet eder sadece, o da ara ara.
Yani
Suna, onun hayatındaki tek canlı şeydir ve Alef onunla nasıl ilişki kuracağını
da pek bilmiyordur aslında. Ne var ki çatlaklardan su sızlamaya başlamıştır
bile.
Alef
ve Suna’nın bölümleri arasındaysa tarihte epey eskiye uzanarak Harun isimli bir
dervişle Kızıl Reşad Reis’in hikâyesine gidilir ki bu, Kuzey Kutbu’na ulaşmaya
çalışan bir yolculuğun notlarını saklayan sandığın devreye girmesiyle hepten
değişmeye başlar. Hikâyenin gidişatına endeksli iç içe geçmeyen başlayan kurgu
da bu ilişkiyi pekiştirerek alışılmışın dışında birtakım denemelere kapı aralar.
KELİMELERİN ÖMRÜ
Geçmişin
ve ölümün çekişmesinde ilerleyen romanda Çınarlık’ın kullandığı dil de “eski”
kelimelerle bezeli durumda. Dahası bu “ölü” kelimeler günümüz dilinin arasına
serpiştirilmiş. Yani ne tam “eski” ne de tam “yeni”.
Zaman
Düşümünü’nün hikâye çizgisi ve karakterlerin yapısı itibariyle değerlendirdiğimizde,
Çınarlık’ın bu tercihini bir yere oturtabiliyoruz ancak bu sefer karşımıza keyifli
mi keyifli bir tartışma çıkıyor:
“Eski”
kelimelerle bugünü anlatmak ve anlamak ne derece mümkündür? Kelimelerin de
insanlar gibi bir ömrü var mıdır? Bu ömrü oluşturan sosyopsikolojik, politik,
kültürel koşullar ne derece yukarıdan aşağıya ne derece doğrusal bir ivmeyle
hareket etmektedir? Düşünmekte, tartışmakta fayda var.
Zaman
Düşümü üç farklı hikâyeyi bir potada eritmeye çalışan, geçmişe ve ölülere inat
varoluşunun peşine düşen Alef’in serüvenini anlatıyor bizlere. Doğunun ve
batının bir olduğu yere doğru ilerliyor sonra.
Zaman Düşümü / Arda Çınarlık / A7 Kitap / 216 s.
En Çok Okunan Haberler
- Korgeneral Pekin'den çarpıcı yorum
- Suriye'yi nasıl terk ettiğinin ayrıntıları ortaya çıktı!
- Petlas'tan o yönetici hakkında açıklama
- Colani’nin arabası
- Nevşin Mengü hakkında karar
- 3 zincir market şubesi mühürlendi
- Komutanları olumsuz görüş vermedi, görevlerinden oldu
- Geri dönüş gerçekten 'akın akın' mı?
- 148 bin metrekarelik alan daha!
- Müge Anlı'nın eşine yeni görev