Geleneksel Türk Dış Politikasında Savaşın Yeri
“Savaş zaruri ve hayati olmalıdır. Millet hayatı tehlikeye uğramadıkça, harp bir cinayettir.” Atatürk
Prensipleri ve ilkeleri Atatürk tarafından saptanan Türkiye’nin dış politikası ve uluslararası ilişkileri gelenekselleşmiş bazı özellikler gösterir.
Bu ilişkileri düzenlerken Atatürk’ün, eylemini olayların akışına bırakmayıp önceden planladığı, bu ilişkilerde maddi değerlerden çok manevi değerlere önem verdiği, bütün kararlarının altında halka inanç, güven ve saygının yattığı, ulusal egemenlik ve tam bağımsızlığı vazgeçilmez koşul saydığı ve bu ilişkileri realizm ve akılcılık temelleri üzerine inşa ettiği görülür.
Cumhuriyetin kuruluş aşamalarında Atatürk’ün maddi değerlere çok önem vermemiş olması, onu, Osmanlı devlet adamlarından ayıran özelliklerinden biridir. İmparatorluğun çöküş dönemleriyle Cumhuriyetin kuruluşuna kadar geçen devrede Osmanlı devlet adamlarında akıllılığın ve becerikliliğin ölçütü Avrupalılardan borç bulabilmekti. Bu kişilere göre, borç bulunmadıkça devletin yaşayabilmesine olanak yoktu. Hatta bazıları işi daha da ileri götürerek, devletin yaşayabilmesi için Türkiye’nin başka bir devletin güdümü altına girmesini istiyordu. Bu tür düşünceleri asla benimsemeyen ve şiddetle reddeden Atatürk, bir ulusu maddi yıkımdan çok, moral değerlerin yozlaşmasının çöküntüye götüreceğini belirtiyordu. Onu bu şekilde düşünmeye iten, özgün ruh yapısı ve Türk ulusuna olan engin sevgisi ile halkta gördüğü mücadele ve dayanma gücüydü.
Ulusal egemenlik, geleneksel Türk dış politikasının hem hedefi hem de aracıdır. Bundan dolayı dış politikayı yönetecek olanlar, en büyük güç kaynağı olan ulustan yetki almalılar ve ulusun gücüne dayanmalıdırlar. Ulustan yetki almayan, ona dayanmayan veya inanmayan kişi ve kurumların ulus adına, yabancı uluslarla görüşmeye ve konuşmaya yetkileri olamayacağı bellidir. Diğer taraftan, yabancı uluslar da giriştikleri taahhütleri ulusuna benimsetebilecek kişi ve kurumları muhatap sayarlar.
Atatürk’e göre ulusal iradeye dayanmayanların, bir ülke adına hareket etmeleri yasal değildir ve yetkisiz şekilde yapılan uluslararası işlemler de adına yapılan ülkeyi bağlamaz. Bu düşünce, yabancı devletlerin de ciddiye aldığı bir yöntemdir.
Atatürk döneminin dış politikasının vazgeçilmez ana hedefi “tam bağımsızlık”tır. Bu görüşünü 9 Haziran 1921’de Ankara’ya gelen Fransa temsilcisi Franklin Bouillon’a “Tam bağımsızlık bugün bizim üzerimize aldığımız görevin özüdür. Bu görev bütün tarihe ve ulusa karşı yüklenilmiştir” şeklinde ifade eder.
Tam bağımsızlığın önemli bir koşulu, dünyadaki güç dengelerini iyi hesap edebilmek ve büyük bir devletin etkisi altına girmemeye özen göstermektir. Tam bağımsızlık ülkeyi, uluslararası ilişkilerde tek başına ulusal sınırlar içine hapseden bir anlayış olmadığı gibi, “Dış yardımla çatışır, onu engeller” görüşü de yanlıştır. Ulusal bağımsızlığı ve ulusal çıkarları tehlikeye sokmayacak dış yardımdan kaçınılmaz.
Geleneksel Türk dış politikasında çok önemli ilkeler söz konusudur. Bunların başında, başka ulusların içişlerine ve ülke bütünlüğüne karışmama gelir. Bu ilkeye başta İslam ve Ortadoğu ülkeleri olmak üzere bütün komşularımızla olan ilişkilerde özen gösterilmelidir. Bu özellik büyük güçlüklerle ve uğraşlarla dış politikaya kazandırılabilmiştir. Bu ilkeye bağlı kalınmadığı takdirde neler olabileceğini Atatürk şöyle dile getiriyor: “Ulusa şunu ihtar ettim ki, kendimizi dünyanın hâkimi zannetmek gafleti, artık devam etmemelidir. Gerçek yerimizi, dünyanın vaziyetini tanımamaktaki gafletle, gafillere uymakla ulusumuzu sürüklediğimiz felaketler yetişir. Bile bile aynı faciayı devam ettiremeyiz.”
“Yurtta barış, dünyada barış” uluslararası ilişkilerdeki diğer bir ilkedir. Yurtta ve dünyada barışı savaşta olsun, zaferden sonra olsun Atatürk kadar gerçekten isteyen ve koşullarını sağlayan başka bir lider yoktur. Yaptığı bütün savaşlar aslında, barışın gerçekleştirilmesine yöneliktir. Ondaki barışçılık yurt ve ulus bilinciyle, tarihi doğru yorumlamasının bir sonucudur. Bu barışçı anlayışladır ki, ulusal savaş “Misakı Milli veya ulusal and” sınırları içinde kalmıştır. Türk ulusal Kurtuluş Savaşı yasal bir savaş olup, uluslararası hukukun bir devlete izin verdiği yegâne savaştır. Atatürk, “Vatanın bütünlüğü ve ulusun bağımsızlığı tehlikeye düşmedikçe” savaşı bir cinayet olarak gören bir anlayışa sahiptir.
Hayalci ve maceracı davranışlardan çok, çile çeken Türk milletinin ıstıraplarını çok iyi bilen Atatürk serüvencilikten uzak bir dış politika izlerken, aynı zamanda aktif olmayı da ihmal etmemiştir. 1936’da Montrö Boğazlar Sözleşmesi öncesi dönemde görüldüğü gibi aktif bir diplomasi uygulanmış, Türkiye 1930’larda Avrupa gelişmeleri hakkında fikrine değer verilen bir ülke olmuştur. 1928 tarihli Briand Kellog Paktı konusundaki Türkiye’nin ilgi ve desteği, 1934’te Balkan Antantı ve l937’de Sadabat Paktı konusundaki öncü rolü aktif politikanın bir göstergesidir. Ayrıca 1937’de Hatay’ın anavatana katılması sorununda izlediği aktif politika ile yine dost ve komşu bazı İslam ülkelerinin Milletler Cemiyeti’ne katılmasındaki Türkiye’nin çabaları ve başarısı bu çerçeve içinde değerlendirilebilir.
Türk dış politikasında kamuoyunun ulusal sorunlarda önceden hazırlanmasına da çok önem verilir. Kamuoyunu inandırmadan eyleme geçmek dış politikada çoğu zaman talihsizliklere yol açar. Bir ulusun bölünmez bütünlüğü çeşitli şekil ve davranışlarla saldırı emelleri besleyenlere gösterilebiliyorsa, saldırı heveslileri bu emellerinden vazgeçebilirler. İçerisine düşeceğimiz her karanlık durumda ışığımız her zamanki gibi Atatürk ilkeleri ve devrimleri olacaktır.
*Prof. Dr. Metin Kale Osmangazi Üniv. Tıp Fakültesi Emekli Öğretim Üyesi
En Çok Okunan Haberler
- Türkiye'nin 'konumu' hakkında açıklama
- Kalın Colani'nin yolcusu!
- Çanakkale'de korkutan deprem!
- Naci Görür'den korkutan uyarı
- 35 milyon TL değerinde altın sikke ele geçirildi
- Erdoğan'a kendi sözleriyle yanıt verdi
- Türkiye'den Şam Büyükelçiliği'ne atama!
- Kurum, şişeyi elinin tersiyle fırlattı
- 21 kişinin daha hastanelik olduğu ortaya çıktı
- Kayıp Amerikalı Suriye'de bulundu: 'Hacıyım' dedi...