Güneydoğu Sorunumuzun Kökeni

Güneydoğu Sorunumuzun Kökeni
Abone Ol google-news
Yayınlanma: 26.01.2011 - 07:11

Türk ve Kürt halklarının yazgıları birdir, soludukları hava, içtikleri su aynı topraktandır. Kışkırtmalara kapılmayıp sağduyuyla çözemeyecekleri sorunları yoktur. Onun içindir ki bu konuda önemli bir etmen olabilecek Köy Enstitülerine içim yanar. Ortaya çıkmıştır ki Türkiye Cumhuriyeti’nin, Türk ve Kürt halkları olarak tek bir düşmanı vardır.


Türkiye Cumhuriyeti’nin, Türk ve Kürt halkları olarak tek bir düşmanı vardır. O düşmanın adı, dün olduğu gibi bugün de aynıdır: Emperyalizm!

1984 yılında PKK’nin Eruh ve Şemdinli ilçelerimize yaptığı baskınları duyduğumda, İsveç’te kızımın yanındaydık. Aynı gün yabancı ajansların verdiği bu haberi Stockholm tele- vizyonunda görevli dostlarım Hadi Orman ile Özkan Mert’ten öğrenmiş, çok üzülmüştüm. Nasıl oluyordu da devletin gözü önünde böylesi bir olay gerçekleştiriliyordu?

Gerisini aynı acıyla, aynı yürek sızısıyla yaşadık, yaşamaktayız. O günden bu yana on binlerce şehit verdik; vatandaşlarımızı yitirdik, kalkınmamız için gerekli milyarlarca doları bu kardeş kavgasına harcadık. Nasıl oldu da aynı toprakları paylaşan insanlar böylesi kanlı bir çatışmaya itildiler? Kaldı ki Anadolu halkları yakın yıllarda inanılmaz bir yürek ve dayanışmayla canlarını dişlerine takıp tarihin en başarılı Kurtuluş Savaşı’nı vermişler, sömürgecileri anayurtlarından kovmuşlardı. Yüzlerce yıl bir arada yaşamış, nice değerli devlet ve sanat adamı yetiştirmişlerdi.

Çağdaş Cumhuriyetin konumu

Evet, Osmanlı İmparatorluğu sömürgeci güçlerin tuzaklarıyla, kavgalarıyla Balkanları, Kafkasya’yı, Kuzey Afrika’yı yitirip kendi anavatanı Anadolu’ya dek çekilmiş; tarihin unutulmaz, eşsiz önderi Mustafa Kemal’in liderliğinde, çağdaş bir Cumhuriyetin temelini atmıştı. Türkiye artık demokratik, laik, sosyal bir hukuk devletiydi. Atatürk yaşadığı sürede nice inanılmaz devrimleri başarıyla gerçekleştirdi, dünyanın saygınlığını kazandı. Ne var ki Batı sömürgecileri bu yenilgiyi içlerine, bir türlü sindiremediler. Onların istediği Osmanlı artığı emir kulu bir devletti.

İkinci Dünya Savaşı (1939-1945) sonrasında içlerindeki hıncın uyandığı görüldü. Türkleri, hele Türkiye Cumhuriyeti’ni zorla ellerine geçiremeyeceklerini anlamışlardı. Onlar için bunu başarmanın iki yolu vardı:

1- Türk halkını eğitim adı altındaki tuzaklarla çağın dışına sürüklemek.

2- Ekonomik açıdan gelişmesini önlemek

Ne yazık ki bu özet politika, emperyalist devletler için zor olmadı. Askeri anlaşmalarla, yardım gerekçesi (maskesi) altında birtakım bağışlarla yapmak istediklerinde zorlanmadılar. Örneğin, ulusumuzun aydın ve üretici gücünü kısa sürede kanıtlayan Köy Enstitüleri kapatıldı, büyük bir kesimin meslek sahibi ve üretici olması önlendi.

Sanayi alanındaki kalkınmamız teknik ve parasal açıdan dış ülkelerin ve onların büyük sermayelerinin denetimi altındaydı. Fakat uzun yıllar savaştan uzak kalmış Türk ulusunun genç nüfusu hızla artmaktaydı. Yeni kuşakların Cumhuriyetin temel ilke ve amaçlarından uzaklaştırılmaları onlar için önemliydi. Böylece tuzaklar birbirini izledi. 12 Mart 1971, 12 Eylül 1980 askeri darbeleri, sağ ve sol gençlik olayları, Sünni-Alevi dinsel (mezhepsel) çatışmaları büyük talihsizliğimiz olmuştur. Bunlarla beraber istedikleri noktaya gelemediklerini hesaplayan emperyalist güçler Türkiye Cumhuriyeti’nin iç huzurunu yeterince bozamadıklarını gördüler. O halde Osmanlı döneminde edindikleri deneyimler ne güne duruyordu?

Rejimin ve devrimlerin karşıtı güçler

Son dönemde “barış ve demokrasi getireceğim(!)” diye yaptıkları Irak savaşı, milyonlarca can kaybına, ekonomik kaynakların yıpranmasına, bölge huzurunun bozulmasına yol açtı. Bu gelişmelerin en çok zarar verdiği ülkelerden biri Türkiye olmuştur. Rejimin ve devrimlerin karşıtı güçler ve örgütler, artık iyice ses çıkarır, başkaldırır duruma geldikleri gibi Cumhuriyetimizin temel kurumlarına da el atmaya başladılar. Öyle ki bu gidiş öğretim kurumlarının yönetim kadrolarına, hatta adalet ve askeri düzenimize kadar uzandı... İşte ne olduğu bilinmeyen Silivri duruşmaları, asker, sivil yüzlerce tutuklama, yargıç ve savcılar üzerinde yapılan amacı artık saklanmayan oyunlar, çekişmeler...

Sık sık aklıma gelir, NATO manevrasından Napoli Limanı’na gelen Muavenet zırhlımızın 1992 Ekim ayında bir ABD zırhlısından atılan füzeyle vurulması, beş değerli deniz subayımızın öldürülmesi, 22 denizcinin yaralanması, Irak’ta askerlerimizin başına çuval geçirilmesi, Jandarma Genel Komutanımız Org. Eşref Bitlis’in kuşkulu bir kaza ile şehit edilmesi bugün geldiğimiz noktanın ve daha nice olayların işareti değil miydi...

Osmanlıya bakarsak...

Düşünmemiz gereken bir önemli nokta daha var: Yukarıda değindiğim gibi Anadolumuzun iki temel halkı Birinci Dünya Savaşı sonuna dek bir arada yaşadılar; ancak ne oldu da koşullar değişti, sürtüşmeler başladı, feodal ilişkilerin etkisi ile bazı aşiretler güneye, bazıları Ege’ye, bazıları Orta Anadolu’ya sürüldü? 19. yüzyıl içinde, özellikle Abdülaziz ve Abdülhamit dönemlerinde işin böylece kolayına kaçılmıştı. Emperyalistler bu fırsatı kaçırmadılar, Sevr Antlaşması’yla Cemiyet-i Müderrisin yani Medrese Hocaları Cemiyeti’nin 19 Şubat 1919 tarihinde kurulmasına önayak oldular. Kurucuları da hayli ilginçtir: Said-i Kürdi ( Nursi), Şeyhülislam Mustafa Sabri, İskilipli Atıf Hoca, Konyalı Hoca Atıf Efendi... Sonra bu derneğin adı İslam Teali Cemiyeti olarak değiştirilmiştir.

Ayrıca padişahçı İçişleri Bakanı Kürt İzzet (Kambur İzzet diye anılır) ünlü Şerif Paşa’nın amcasıdır. İngiliz raporlarına göre kuşkulu, entrikacı bir adam olduğu gibi Kurtuluş Savaşımıza da karşıdır. Nitekim Mustafa Kemal Atatürk’ü idama mahkûm eden Kürt Mustafa Paşa’nın da eniştesidir. Kambur İzzet ise padişahın İçişleri Bakanı iken iki ay sonra İzmir Valiliği’ne atanmıştır.

Lozan görüşmeleri sırasında Irak petrollerine göz diken İngilizler, Anadolu’nun yeni devletini zorda bırakmak amacıyla Şeyh Sait’i kandırıp 1925 yılında ayaklandırdılar; fakat bu ayaklanma genç Cumhuriyetin başarısı ile sonuçlandı. Ayrıca 1938 yılında Hatay görüşmeleri yapılırken Seyit Rıza, Fransızların kışkırtması ile ayaklanmış, o da ihanetinin cezasını canı ile ödemiştir. Ne var ki 25 yıldan bu yana yaşadığımız PKK olayı sadece feodal ayaklanma değil, ideolojik bir iç savaş durumuna getirilmiştir. Öyle ki bölgeye gidecek yabancı gazeteciler bile yurtdışındaki PKK bürolarından belge almak zorunda bırakılmışlardır. Ayrıca PKK’lilerin silahları vb. malzemeleri dış kaynaklardan sağlanıyordu. Onların dost sandığımız devletlerden desteklendikleri artık saklanamıyor.

Cumhuriyet gazetesinin Temmuz 2006’da verdiği bir haberi okuduğumda inanamamıştım. ABD yetkilileri yeni bir Ortadoğu projesinden söz ediyorlar, bu arada kendi mallarını dağıtır gibi Doğu Anadolu’da bazı illerimizi Ermenistan’a, bazı güney topraklarımızı da kuracakları Kürdistan’a veriyorlardı! Bu projenin resmi haritasının ABD silahlı kuvvetler dergisinde yayımlanması basınımızda yer alınca artık söylenecek söz kalmamıştı.

Pervasızlığın böylesi

Şu dost pervasızlığına ve niyetine bir bakın... Ne yazık ki bu niyetin adım adım geliştiğine tanık olmaktayız.

Görüldüğü gibi Türk ve Kürt halklarının yazgıları birdir, soludukları hava, içtikleri su aynı topraktandır. Kışkırtmalara kapılmayıp sağduyuyla çözemeyecekleri sorunları yoktur. Onun içindir ki bu konuda önemli bir etmen olabilecek Köy Enstitülerine içim yanar. Ortaya çıkmıştır ki Türkiye Cumhuriyeti’nin, Türk ve Kürt halkları olarak tek bir düşmanı vardır. O düşmanın adı, dün olduğu gibi bugün de aynıdır: Emperyalizm!


Cumhuriyet Tatil Otel Rezervasyon

En Çok Okunan Haberler