Hepimiz işçiyiz!
Hâlâ öncelikle fabrikayı, atölyeyi kısacası modern endüstriye özgü üretim ve çalışma ilişkilerini çağrıştırıyor işçi-emekçi kavramı. Kapitalizmin esnek üretim örgütlenmesinin emek 'piyasasında' yol açtığı büyük ayrışma, parçalanma ve çeşitlenme, global düzeyde oluşan 'amele pazarı'nı görmeyi güçleştiriyor.
Ayşe Buğra,'Sınıftan Sınıfa-Fabrika Dışında Çalışma Manzaraları'nda bu bağlamda işçi-emekçi deyince hemen akla gelmeyen mevsimlik tarım işçileri, sinema emekçileri, futbol emekçileri, öğretmenler, sağlık çalışanları, ofis çalışanları ve onların 'işçi' olma deneyimlerini büyüteç altına alıyor. Derleme, genç araştırmacılar Taylan Acar, Esin Ertürk, Özgür Burçak Gürsoy, Ebru Işıklı, Aysun Kıran ve Sevecen Tunç'un katkılarıyla Türkiye'de emek ilişkilerinin ve sömürüsünün çarpıcı manzaralarını gözler önüne seriyor. Ayşe Buğra ile Sınıftan Sınıfa-Fabrika Dışında Çalışma Manzaraları'nı konuştuk.
-Boğaziçi Üniversitesi'nde verdiğiniz seminerden ve bağlamında da kitabın oluşum sürecini sorarak başlayalım söyleşimize.
- 2004'ten beri verdiğim bu seminer, Boğaziçi Üniversitesi Atatürk Enstitüsü'nde, çok disiplinli bir modern Türkiye tarihi master ve doktora programı içinde. Öğrencilerin arasında farklı bölümlerde, mesela siyaset bilimi veya iktisat bölümlerinde okuyan bir iki kişi de olabiliyor ama çoğunluk Atatürk Enstitüsü öğrencisi. Lisans formasyonları değişik. Seminer çalışma hayatı, işçi hareketleri ve işçi örgütleriyle ilgili. Marx, E.P.Thompson, H. Braverman, K. Polanyi'den klasik metinleri ve çalışma hayatının 1980 sonrası dönüşümlerini ele alan yeni çalışmaları tartışıyoruz. Öğrenciler mutlaka Türkiye'yle ilgili saha araştırmasına dayanan ampirik bir çalışma yapıyor. Örneğin bu yıl yapılan ödevler arasında pazarcıları, taksicileri, barlarda çalışan gençleri ele alanlar vardı. Öğrenciler bu tür çalışmaları severek, çoğu zaman da çok iyi şeyler yapıyor. Ödevin iyi olması, konunun sağlam bir yöntemle toplanmış ampirik verilerin, teorik bir temel üzerinde, tarihsel bağlama oturtularak tartışılmasına bağlı oluyor. Makalelere temel oluşturan ödevlerin yapıldığı dönem, bu her zamankinden de daha belirgindi. Ayrıca konular da birbiriyle örtüştü ve o dönem yapılan beş ödevle bir önceki yıl yapılan bir ödev, hep birlikte, bize fabrika dışındaki çalışma hayatının günümüzdeki biçimini gayet iyi ortaya koyan bir tablo sundu. Kitap böyle ortaya çıktı.
İnsani düzen... Belki bir gün!
- Niteliği sürekli değişen sınıf aktörleri ve sınıf ilişkileri neleri ortaya koyuyor? Emeğin metalaşması hayatın kontrolünü yitiren insanı nasıl biçimliyor? Marx mesela bu anlamda köşeye sıkışma noktalarını 'mutlak artık değer' kavramından yola çıkarak nasıl ifade etmiş ve öngörmüştür?
- Marksist teorinin birçok yanı eleştirilebilir, günümüzdeki geçerliliği tartışılabilir ama onun katkısının çok etkileyici yanları var. Bunlardan biri, artık değer kavramıyla, sömürünün zamanla ilgili bir şey olduğunu göstermiş olması. Birileri birilerinin zamanına yani hayatına el koyuyor. Satılan şey zaman, yani hayat ve bu satış, insanın hayatı üzerindeki kontrolunu kaybetmesine yol açıyor. İş gününün süresi, 19. yüzyıl sınıf mücadelesini tanımlayan şey. Bunun için Marx, on saatlik iş günü nihayet yasalaştığında, 'proletaryanın ekonomi politiği burjuvazinin ekonomi politiğine karşı zafer kazandı' diyor. Bu mutlak artık değerle ilgili bir şey. Daha sonra, bu noktadan sonra olacakları göreli artık değer kavramıyla anlatıyor ve kendi hayatında henüz gerçekleşmemiş olanı anlatıyor. Makineleşmeyle birlikte çalışmanın giderek yoğunluk kazanmasını, Taylorizme giden yolu gösteriyor. Böylece zamanın hem uzaması ve hem de sıkışması sonucunda ortaya çıkan sorunları, insanın çalışma süreci, sosyal ilişkiler ve hayatın bütünü içindeki, hem başkalarını hem de kendini kaybetmiş konumunu görüyoruz.
- İşçi-emekçi kavramı ve algısı geçen yüzyıldan bu yana nasıl bir değişime uğradı? Özellikle yeni patron, yeni sınıfsal sistemler nasıl tanımlandı ve konumlandı?
- Marx, yaşamak için emeğini satmak zorunda kalan ve metalaşan emeğine indirgenen insanın halini anlatıyor. Bu, onaltıncı yüzyılda başlayan ve sanayi devriminden sonra iyice çarpıcı bir biçim alan bir hikâye. Thompson gibi Polanyi gibi yazarların hikâyeleriyle de epeyce örtüşüyor. Uluslararası Çalışma Örgütü'nün 1944 Philadelphia Bildirgesi'nde kullanılan 'Emek meta değildir' ifadesi de tam bu hikâyelerdeki durumu sorunsallaştırıyor ve insanı içinde yaşadığı toplumun parçası olan sosyal bir varlık olarak görmenin önemine işaret ediyor. Burada kesinlikle bir işçi-emekçi yüceltmesi görmüyoruz, aksine insanın çalışma hayatındaki konumundan bağımsız olarak kendi toplumsal ve insani niteliğiyle tanımlanabileceği bir üretim süreci ve toplum düzeni arayışı görüyoruz. Bu aynı zamanda, insanın piyasa kurallarından daha önemli olduğu bir düzen arayışı anlamına geliyor. İkinci Dünya Savaşı sonrasında böyle bir düzenin tam anlamıyla gerçekleştiğini söylemek mümkün değil. İşçi emekçi güzellemeleriyle dolu reel sosyalizm deneyimi de insanın insani potansiyelini gerçekleştirmesine zemin hazırlamak açısından pek başarılı sayılmaz. Ama bu dönemde söz konusu arayışın gerçekliği ve iktisat politikaları üzerindeki etkisi de tartışılmaz. Aşağı yukarı 1980'lerden itibaren biçimlenmeye başlayan ve post-Fordizm ya da neoliberalizm kavramlarıyla tanımlanan günümüz kapitalist toplumlarında ise bu arayışın kendisi saldırıya uğradı, anlamsız ilan edildi, piyasa kurallarının insana üstünlüğü iktisat politikalarını tanımladı.
Bu politikalar, yarınını bilmeden çalışmayı ve çalışma hayatının her an kesintiye uğrayabilirliğini olumlu bir şey olarak yüceltirlerken bir yandan da 'çalışmayana ekmek yok' anlayışını pekiştirdi. İnsanlardan, iş neredeyse oraya gitmeleri ve iş değiştirebilmeleri beklendi, işin durmadan yeniden tanımlanmasına, 'esnek' iş saatlerinin değişmesi ve uzamasına, bu ortamda iş arkadaşlıkları kurmanın, sosyalleşmenin, düzgün bir aile hayatı sürdürmenin imkânsızlaşmasına ayak uydurmaları istendi. Bunu yapamayanların çektikleri acılar bir yana, yapabilenlerin de R. Sennett'in kullandığı kavramla 'karakter aşınması'na uğradıkları söylenebilir. Vurgulanması gereken, sözü edilen kesimin, işçi denildiğinde hemen aklımıza gelen fabrika işçisi tipinin ötesinde, hizmet sektöründe çalışan pek çok farklı meslek erbabını kapsıyor oluşu. Bugün çalışanların en büyük kısmı hizmet sektöründe ve bu sektörde yer alan doktorlardan temizlik işçilerine, tasarımcılardan öğretmenlere kadar tüm çalışanların, gelir ve yaşam tarzı farklılıklarına rağmen, yukarda değindiğim türden sorunlarla karşı karşıya olduklarını söyleyebiliriz. Bunlar, ziraat işçilerini veya fabrikada çalışanları da etkileyen sorunlar.
Emeğin mülksüzleşmesi...
- Günümüzün büyük dönüşümü içinde çalışanların deneyimlerini anlamaya çalışırken nasıl bir yöntem izlediniz? Ayrıca hizmet sektöründeki dönüşümler konusunda 'mülksüzleşme' olgusundan bahsediyorsunuz. Nasıl bir 'mülksüzleşme' bu?
- Biz derse Grundrisse'den bazı bölümler okuyarak başlıyoruz. Bu bölümlerde Marx, sermayenin bir 'şey' değil bir ilişki olduğunu anlatıyor. Topraktan kopan köylü, iş aletlerinden ayrılan bağımsız zanaatkâr, 'özgür emek' olarak bu ilişkinin bir tarafını oluşturuyor. Özgür emek bir anlamda gerçekten özgür, yani mesela serfler gibi toprağa bağlı değil. Ama özgürlük aynı zamanda emeğini satamazsa aç kalacak olan mülksüz insanın durumunu tanımlıyor. Sermaye ilişkisinin ortaya çıkışının gerisinde bu anlamda mülksüzleşme var. İkinci Dünya Savaşı sonrasında yürürlüğe giren sosyal politika önlemleriyle ulusal kalkınmacı model bağlamında uygulanan tarım destek politikaları veya KİT'lerde istihdam gibi önlemler, insanın geçimini piyasa ilişkilerinin dışında bir şeylere de bağlayarak emeğin mülksüzleşmesini sınırlandırıyor. Bu anlamda kapitalizmi dönüştüren bir rol oynuyorlar. Bunun için, Polanyi'nin insan toplumuyla bağdaşması imkansız bir acaiplik dediği 19. yüzyıl piyasa ekonomisiyle İkinci Dünya Savaşı sonrası düzen arasında gerçek bir fark var. Bu fark, 1980 sonrasında ortadan kalkmaya başlıyor.
Fabrika dışındakiler
Tarımın ve onunla birlikte tarım işçisinin metalaşmasını, sosyal hakları elinden alınan insanların güvencesizliğe mahkûm edilmelerini, sendikal örgütlenmenin önündeki engellerle çalışanların piyasaya direnmelerinin giderek güçleşmesini, ben yeni bir mülksüzleşme dalgası olarak görüyorum. Bu süreç içinde mülksüzleşen insanlar ise Marx'ın ele aldığı fabrika işçilerini de içeren ama onların ötesinde, çoğu zaman birlikte düşünmediğimiz çok geniş bir kesimi de içine alan bir çoğunluk oluşturuyor. Kitapta anlatılan da fabrika dışındaki kesimin hikâyesi. Kitabın ilk bölümü olan 'Yolda'da, Özgür Burçak Gürsoy'un mevsimlik ziraat işçileriyle ilgili makalesi yer alıyor. İkinci bölüm 'Yıldızların Altında'ki iki makale, Sevecen Tunç ve Aysun Kıran'ın makaleleri güvencesiz çalışan futbolcuları ve Yeşilcam figüranlarını ele alıyor, buradaki örgütlenme sorunları ve çabalarını tartışıyor.
Üçüncü bölümdeki iki makalenin -Esin Ertürk ve Taylan Acar'ın makalelerinin- konusunu, piyasa mantığı doğrultusunda dönüştürülen eğitim ve sağlık sektöründe çalışanların durumu ve hizmet alanlarla ilişkileri oluşturuyor. Son bölüm 'Hayat Başka Yerde'de ise Ebru Işıklı, durumları ekonomik olarak çok kötü olmayan ama iş sürecinin piyasa mantığına göre örgütlendiği bir işyerinde çalışan insanların neyi kaybettiklerini, bu kaybedilen şeyin hayatın anlamını nasıl etkilediğini göstermeye çalışıyor. Tüm bu deneyimlerle ilgili makaleleri birlikte okuduğunuz zaman, bir kader birliğinin ve bir ortak çıkarın farkına varabiliyorsunuz. En azından ben bu farkındalığın ortak bir direniş stratejisi oluşturmakta kullanılabileceğini ümit ediyorum. Burada, kaybedilen piyasa dışı geçim olanaklarını ve ilişkileri yeniden ele geçirmek üzere girişilen bir mülksüzleşmeye direnme stratejisinden söz ediyorum. Yani işçi-kapitalist ilişkisinin ötesinde bir hak mücadelesinden söz ediyorum.
- Gelişme, neyi öteletti, global çağ örgütlülüğü nasıl bastırdı? Ayrıca Sennett'in dediği gibi 'zamanın oku nasıl kırıldı?
- Örgütlülüğün bastırılması çok geniş bir konu ama işyeriyle amele pazarı arasındaki ilişkiyle, amele pazarının içerdiği süreksizlik, belirsizlik ve güvencesizlik olgularıyla ilişkili. Kitabın önsözünde değindiğim gibi işverenle pazarlık sürecinde işçilerin bastığı zemin ayaklarının altından kayıyor. Ama Sennett'in kullandığı biçimiyle 'zamanın okunun kırılması' daha genel bir sorunla, esnek üretimi tanımlayan süreksizlik, belirsizlik, güvencesizlik içinde iş yaşamını ve özel yaşamı birbirleriyle olan ilişkileri içinde tanımlayıp bu tanım doğrultusunda tutarlı bir 'hayat hikâyesi' oluşturabilme imkânının ortadan kalkmasıyla ilgili.
Amele pazarında kalıcı ilişkiler kurmak, karşılıklı güven ve dayanışma bağları oluşturmak çok kolay değil; amele pazarında çalışan insanın düzenli bir özel hayatı olması da çok kolay değil. Bu yüzden Ebru Işıklı'nın konuştuğu ofis çalışanları yaşadıkları hayattan kaçıp 'başka yerdeki' hayat tahayyüllerine sığınma eğilimindeler. Kitabın son cümlesi de bu konuşmalardan birinden alınma: 'Gerçekçi bir yaşam için bir şekilde toplumsallığın da parçası olmalısın ama nasıl yapılır bilmiyorum.'
En Çok Okunan Haberler
- Suriyeliler memleketine gidiyor
- İlber Ortaylı canlı yayını terk etti!
- Yaş sınırlaması Meclis’te
- İBB, Bilal Erdoğan dönemindeki taşınmazları geri aldı
- ATM'lerde 20 gün sonra yeni dönem başlıyor
- Erdoğan'dan flaş 'Suriyeliler' açıklaması
- Lütfü Savaş CHP'den ihraç edildi
- Suriye’de şeriatın sesleri!
- 'Onun ne olduğunu iyi biliyoruz'
- DEM Partili vekillerle 'Suriye' atışması!