İç politika mezesi: AB ve Türkiye

Eski Fransa Başbakanı Michel Rochard, Türkiye'nin AB macerasının bugün geldiği noktadan hareketle ve Avrupa'nın gözünden, Türkiye'nin neden Avrupa Birliği'ne alınması gerektiğini anlatıyor. Bunu yaparken iktidar partisinin 'reform' ve 'çabalarından' da övgüyle bahsediyor.

İç politika mezesi: AB ve Türkiye
Abone Ol google-news
Yayınlanma: 09.04.2009 - 07:32

Gerek Türkiye'de gerekse Avrupa ülkelerinde, Türkiye'nin AB üyeliğine ilişkin süreç, iç politika aracı haline getiriliyor. Özellikle son birkaç yıldır Türkiye'nin AB üyeliği üzerinden her iki tarafta da kaydedilen söylemlerin, üyelik ile ilgili gelişme ya da durağanlığın siyasetin; ağırlıklı olarak da iç siysetin sofrasında tüketime sunulduğu çok açık. Aslında burada yanıt aranması gereken birkaç temel soru bulunuyor: Türkiye, AB için ne ifade ediyor? Avrupa ile AB, değerler ve zemin bakımından bir ve aynı şey midir? Son olarak AB, Türkiye için ne anlama geliyor? Türkiye ile AB arasında sürüp giden, kimi zaman kopma noktasına gelen ilişkilerin odağında, içi tam olarak doldurulamayan faydacılığa dayalı bir anlayışın yer alması, işleri daha da karmaşık hale getirebiliyor.

 

Faydacılık

Türkiye ile AB arasında 1950'den bu yana süregelen ilişkilerin, bugün gelip dayandığı nokta iki taraf için de gönülsüz biçimde sürüyor. Hem AB hem de Türkiye, zaman zaman açık zaman zaman da üstü örtük şekilde bunu dile getiriyor. Tam bu ortamda Michel Rochard 'Avrupa'nın geleceği Türkiye'den geçiyor' diyor (s. 11). Gerçekten öyle mi? Salt çıkar ilişkileri ve faydacılığın geçerli olduğu günümüz dünyasında, Rochard'ın bu ifadesi gerçeği yansıtıyor mu? Aslında Rochard hemen bir adım sonra ne demek istediğini açıklıyor: 'Yirmi birinci yüzyılın başında olduğumuz dönemde temel ve önemli bir yer tutan konu da İslamla diyalog. Türkiye Müslüman olduğu için, AB'ye dahil olmasında büyük çıkarımız olduğunu düşünüyorum' (s. 12). Rochard, AB'nin Türkiye'yi üye kabul etmemesinin, Türk ve İslam milliyetçiliği içine kapanması anlamına geleceğini de ekliyor. Bundan dolayı Türkiye'nin son yıllarda yakaladığı 'ekonomik ve sosyal dinamizmi' (!) Avrupa'nın değerlendirmesi gerektiğini ifade ediyor.

 

'İkinci Devrim' (?)

Rochard, Türkiye'de iktidar partisiyle 'ikinci devrim'(?) sürecinin başladığını söylüyor. Üstelik 2002'de iktidara gelen AKP'yi, hem 'Avrupa yanlısı' hem de 'Müslüman demokrat' biçiminde niteliyor. Osmanlı'dan başlayıp M. Kemal'e, oradan da 1950'li yıllardan bugünün 'Müslüman demokratlarına' uzanan bir yay çizen Rochard, 1923 Aydınlanması'nın 'tamamlayıcısının' AB üyelik müzakereleriyle girişilen 'reformlar' olduğunu belirtiyor. Açıkça görülüyor ki, olaylara dışarıdan ve yönlendirme amaçlı bakmak eksik, yanlış ve tehlikeli sonuçlara varmayı kolaylaştırıyor. Rochard ya daha baştan bu hataya düşüyor ya da bu yorumları bilinçli şekilde geliştiriyor. Ona göre 1923 Aydınlanması, o yıllar için önemli açılımlar yapmış olsa da 'geriye kalan, bilincinin derinliklerinde yaşadığı sarsıntıyı koruyan Türkiye'dir' (s. 20). Rochard'ın buna benzer hatta daha keskin değerlendirmesi ise şöyledir: 'Atatürk'ün mirasçıları olan uzlaşmaz cumhuriyetçi laikler, AKP'yi, Türkiye'yi İslamlaştırmak istemekle ve AB'nin diktalarına boyun eğerek Türkiye'nin temel çıkarlarını ucuz fiyata elden çıkartmakla suçlamaktadır. Kemalist Devrim'den seksen yıl sonraki 'ikinci devrim', bir engelle karşılaşır ve Avrupa'ya duyulan heves biraz kırılmış gibi görünür' (s. 26).

 

'Reforma, reform'

AB denildiğinde en çok dillendirilen sözcük belki de 'reform.' Yetkili isimlerin yaptığı açıklamalar ve ziyarelerinde (aslında denetimlerinde), hep bu yöne atıfta bulunulması dikkat çekiyor. Aynı şekilde 'Avrupa yanlısı ve Müslüman demokrat' AKP iktidarı da, 'AB reformlarını büyük bir gayretle gerçekleştirdiğini' savunuyor. Rochard'ın vurgusu da bu yönde. Rochard, Türkiye'nin kurucu unsurlarını; bir başka deyişle kurucu felsefesini, sistematik biçimde 'otoriter' olarak nitelendiriyor. Metinde sıklıkla 'Kemalist otoriter gelenek' deyişi göze çarpıyor. Aslında bu deyiş, hem Türkiye hem de AB içinde güncel olanı ya da moda yaftalama ve karalama anlayışını su yüzüne çıkarıyor. 'Reformların' bu bağlamda değerlendirilmesi; 'demokrasinin', 'insan haklarının' ve 'özgürlüklerin genişletildiğine' dair açılımların yapılması da Rochard'ın dışarıdan bakışla düştüğü yanılgıların başında geliyor.

 

'Fırsatlar ülkesi Türkiye!'

AKP'yi 'ikinci devrimin öncüsü', yaptıklarını da 'reform' olarak niteleyen Rochard, 2007'den itibaren 'ulusalcılığın yalnızca AB'ye muhalefet olmak' ve 'reformcu AKP'yi köşeye sıkıştırmak amacıyla yükseltildiğini' savunur (s. 54). Rochard, İslamiyet vurgusu ve 'Müslümanlıkla diyalog' gibi türünden yaklaşımlarını aktarmayı sürdürür: 'İstenen İran usulü bir İslamiyet değil. Birçok komşu Müslüman ülkede olduğu gibi, İslami ahlaka göre yaşayan bir toplum mesela. Yakın bir geçmişe kadar İmparatorluğa dahil olan ülkelere yönelmiş bir toplum mesela' (s. 56). Rochard, Türkiye'nin üyeliğinin AB için bir 'fırsat' olduğunu söylerken, 'kazançlar' ve 'kayıpları' da sıralıyor: 'Ermeni soykırımını' kabullenmek ve Kıbrıs'ın elinden çıkmasına razı olmak kuşkusuz Türkiye için bir itibar kaybıdır. Türkler Kürtlere özerkliklerini vermekte, kendininkinden farklı dilleri, kültürleri ve mirasları olduğunu kabullenmekte çok zorlanacaktır; çünkü bu cumhuriyetin üzerine inşa edildiği Türk kimliğini derinden sarsacaktır. Bu itibar kaybı, çok büyük bir 'başarıyla' dengelenmelidir, örneğin AB'ye tam üyelik' (s. 60). Rochard'ın bu belirlemeleri, istenen ve istenecekleri açığa vurur niteliktedir. 'İslam'a açılma' konusunda Türkiye'yi bir köprü ya da araç olarak gören Rochard, tarikatları da 'tartışma ve özgürlük yerleri' şeklinde betimliyor (s. 65). Bu yapısıyla tarikatların, İslam'ı 'çeşitlendirdiğini' ve 'Müslümanların daha iyi anlaşılması açısından kapı aralayacağını' ifade ediyor.

 

Pazar ve köprü!

Rochard'ın deyişiyle Türkiye, ekonomik bağlamda 'pazar', kültürel anlamda 'köprü'dür. Rochard, Türkiye'nin 'pazar' olduğuna dair görüşünü şu şekilde perçinliyor: 'Dev Türk pazarının, Müslüman ekonomileri içindeki deneyimiyle birlikte Avrupa yönünde hareket etmesi gerekir' (s. 85). Türkiye'ye 'evet demek gerektiğini', bunun 'Türkiye'nin üyeliğine evet demek olduğunu' belirtiyor: 'Yoksa kendi karabasanlarıyla çalkalanıp duran, Avrupa'nın şaklabanlıklarından çoktan bıkıp usanmış Türkiye'nin küsüp üyelikten vazgeçme tehlikesiyle karşı karşıya kalacağız' (s. 87). Rochard, Türkiye'nin AB için önemli bir seçenek olduğunu belirtiyor ve ekliyor: 'Avrupa, AB'ye katılmış Türkiye'yle jeostratejik konumunu güçlendirecektir. Pazarı genişleyecek; enerji yollarına erişimi kolaylaşacaktır' (s. 93). AB yetkilileri ile Türkiye'deki koşulsuz AB savunucularının dilinden düşmeyen 'kazan-kazan' yaklaşımı, bazen açık bazen de üstü kapalı olarak Rochard tarafından da savunuluyor. Ancak 'süren' müzakereler ve yapılan açıklamalarda, büyük oranda tek taraflı kazanç politikası izlendiği de açık. 'Doğal olarak', burada kazanan veya kazanacak olan AB. AB de Türkiye de birbirine 'evet' diyebilir. Ama bu 'evet' nasıl bir niteliğe sahip olacak? Ondan önce şu yanıtlanmalı: Hangi AB ve Avrupa? Felsefi, sosyal ve kültürel temellerinin bilincinde; Aydınlanma değerlerini özümsemiş bir Avrupa ise söz konusu olan, sorunlar belki aşılabilir. Fakat burada salt ve dürüstlükten uzak bir faydacılık esasına dayanan; iç politika sofrasına meze edilecek 'ilişkiler' geçerli olacaksa, kimin neye 'evet' dediğine dikkat etmesi gerek. Türkiye'nin kayıtsız şartsız AB'ye üye olmaya çabalamasına (hatta bunun kendisinden istenmesi) ve AB 'reform' taleplerine hiç düşünmeden; neyin ne olduğunu görmeden -görmek istemeden- eklemlenen 'aydınların' söylemlerine de eleştirel bir yaklaşım geliştirmek zorunlu. Bunlara Rochard gibi, yalnız faydacılıktan dem vuranlar eklenince, 'AB üyelik sürecinin', özellikle Türkiye açısından, nasıl kör topal 'ilerlediği' rahatlıkla görülebilir. Avrupa Birliği Yolunda Türkiye'ye Evet/ Michel Rochard/ Çeviren: Olcay Kunal/ Yapı Kredi Yayınları/ 94 s.


Cumhuriyet Tatil Otel Rezervasyon

En Çok Okunan Haberler