‘İçeriden tanıklıklarımla yazdım!’
Gönül Çatalcalı, yeni romanı “Hamdüsena Sokağı Kadınları”nda, günümüz Türkiye’sinde bu sokakta yaşayan ev kulu kadınların sıkışmışlığına genç bir kızın perspektifinden bakıyor. Gerici, dejenere, menfaat peşinde mafyalaşmış memleketten bir prototip Kalburoğlu ailesinde yetişen ve evkulluğundan zekâsıyla firar eden Aysel’in direnişini ortaya koyuyor.
GAMZE AKDEMİR
gamze.akdemir@cumhuriyet.com.tr
- Gerici Kalburoğlu ailesi... Menfaat peşinde mafyalaşmış, dinci bir yapıda palazlı bu küme, nasıl bir prototip? Toplumun ailede çekirdekleşmiş gerici hücresine tutulu nasıl bir ayna, bir örneklem?
- Kalburoğlular, belli bir kesim tarafından kadınlara biçilen değersizleştirmeyi apaçık ortaya koyan bir aile prototipi. Çürümüş fikirleri, eylemleriyle birbirlerine tutunarak yaşayan bir sülale. Bu bağnaz yapıyı koruyarak var olabileceklerine inanan bir güruhun temsilcileri. Çok da uzak değiller, yakınlarımızdalar. Aynı sokaklarda dolaşıyor, birbirimize değmeden yaşıyoruz.
- Çekim alanına kapılanı yutan bir kara delik gibiler, katı ve kati bir yapılanmanın bu neferleri. Her bir ferdinin toplumsal bir karşılığı var.
- Haklısınız, iş hacimlerini artırıp gelir düzeyleri yükseldikçe, kendi içlerine kapanan bir çıkmaz sokak ya da bir kara delik Kalburoğlular. Aynı tornadan çıkmış, aynı şeyleri söyleyen, gelişime karşı duran bir modelden söz ediyorum onların nezdinde.
Kevser ve Cevahir, kendi cehaletleriyle yoğrulmuş, düzen kurbanı kadınlar. Baba Salih, 12 Eylül mağdurlarının; Devran Baba işçi sınıfının, mücadelenin ve sağduyunun temsilcisi. Tahsin, kadınların saç kıllarından sorumlu, hırsı bedenini aşmış bir paravan; Veli Kalburoğlu, öfkesini denetleme gereği duymayan, gerici, milliyetçi bir maganda, bir namus bekçisi. Ümmü, oyuncakları ellerinden alınarak gelinlik giydirilen satılık kızların; Büşra, sessiz isyanların simgesi.
DİRENEN BİR PİRİNÇ TANESİ!
- Sözüm ona din, ahlak, gelenek sarmalında baskılanan kız çocuklarına istisnai bir örnek Aysel. Nasıl bir koza yırtımı Aysel?
- Daha on bir yaşında dünyayı, hayatı ve sokağını sorgulamaya çalışan, teslimiyeti kabul etmeyen bir zekâdır Aysel. Kale gibi korunaklı o yapı içerisinde, sabırla ördüğü kozasında, özgürlük hayallerini ağır ağır dokuyup bütün aykırılıklarını, isyanlarını, susarak, yutkunarak besleyen asi bir ruh. Orta Çağ’a sıkışıp kalmış, sürü halinde yaşayan bir topluluk çorbasında kaynayıp gitmemek için direnen bir pirinç tanesi. Demirden bir leblebi. Yirmi yaşında ise, toplumdaki yerini belirlemeye çalışan, kendini acımasızca eleştirebilen bir genç kızdır artık o. Git gide güçlenen bir karakterdir.
- Sıkı direniyor ve pes etmiyor. Öte yandan karşısındakiler de direniyor. Herkes direniyor; aydınlık da karanlık da!
- Çok aşina olduğumuz bir zemini ve arka planı var kitabın. En az görenlerimizin bile gözü bu fotoğraflardan geçmiş, kulakları bu feryatları işitmiştir bir zamanlar; bir yerlerde, dün ya da bugün. Kendi özgürlüklerimize, aydınlıklarımıza sevinirken bu karakterleri görmezden gelmek zorunda kaldığımız da bir gerçek. Dinin felsefesini yok sayıp, akıl almaz çıkarcı icraatlarla perdelenen bu hayatların içine giremeyeceğimiz, bu insanları anlayamayacağımız, anlasak da değiştiremeyeceğimiz için birbirimizi öteki kıldığımız da...
O kalın perdeyi araladığımda gördüklerim şunlar: “kadın bedeni ve örtünmek” ile tarif edilen, çağ dışı, kof bir namus anlayışı. Sistemden beslenen, fetvalarla, düzenin nemalarıyla kuvvetlenen bir zihniyet. Kadınların tepelerinde sallanan sahte bir iman kılıcı. Ve elbette direngen. Ancak unuttukları şu: korku bir kez aşıldı mı, artık hiçbir şeyle tehdit edilemeyecek, zırhını kalınlaştırmış, bir “güç” çıkacaktır karşılarına. Aysel bu güçlerden biridir. Tarif ettiğim yerden bakarsak, Büşra da ayrı bir güçtür.
BUGÜNÜ YAZMAK DAHA ZOR
- Aysel’in güm diye çekip çıktığı o kapı ülkede sayısız kadının üzerine kilitli! “Hamdüsena Sokağı Kadınları”nda o kapıları zorluyor, o kilitleri kurcalıyorsunuz.
- Anayasasında, “demokratik laik ve sosyal bir hukuk devleti,” olduğu yazan bir ülkede, bütün kavramların tersyüz edilmesinin rahatsızlıklarını hisseden biri olarak gözlemlerim, okumalarım, beni bu ikiyüzlü yapıyı özgürlükler bağlamında irdelemeye zorladı. Kaldı ki çok içeriden tanıklıklarım da vardır bu konuda. İstatistikler, eğitimde cinsiyet eşitsizliğinde bu kesime düşen payı ayırmaz ama çokturlar. Kaldı ki tek bir kız çocuğunun bile eğitimi engellense, bu bizim meselemiz olmalıdır.
“Eşiktekiler”, 50’li yılları anlatan bir dönem romanıydı, ardından bu konuyu ele almaya karar verdim, daha doğru bir söyleyişle cesaret ettim diyelim. Bugünü yazmak, geçmişi yazmaktan daha zor çünkü. Taşlar henüz havadayken, düşecekleri yeri bilmediğiniz bir “gerçek zamanlar hikâyesi” kurguluyor ve henüz yaşanmakta olanları yorumlamaya çalışıyorsunuz.
Elinize bir mikrofon alıp, halen süren bir çatışmayı canlı yayınlıyorsunuz sanki ekrandan. Görev yüklediğiniz karakterler, daha son sözlerini söylememiş. Başları küçükken eğdirilen kahramanların yeri belli, rollerini bir türlü benimsemeyenler ise mücadeleye devam ediyor.
HEP GÖRÜNENİN ARDINI DEŞELEMEYE ÇALIŞTIM
- Daha iyi bir dünya mümkün ülküsü ve direnenleri çerçevesinde toplumsal gerçekçi yaklaşımınızı açar mısınız?
- Yazmaya başladığımdan bu yana -ki öyküyle girdim edebiyata- insana, oradan hareketle onu biçimlendiren topluma tuttum büyütecimi ve hep görünenin ardını deşelemeye çalıştım. Kısa, minimal öykülerimde bile.
Erkek egemen bir toplumda, son derece özgür gibi görünen kadınların da içinde bulundukları kıskaçları anlatmaya uğraştım. Ancak, erkin çıkmazlarını, açmazlarını görmezden gelemezdim. Kulaklarına “sen erkeksin” diye üflenerek büyütülen bir kesimin sırtındaki yükleri düşünerek, erkeklerin gözünden de baktım bu dünyaya. Tek yanlı olmamak adına, madalyonun tersiyle yetinmeyip hayat denen prizmanın çevresinde gezindim.
Hakikatlerden yola çıkıp kurgusal dünyalar oluşturmaya çalıştım, sözcüklerin gücüne inanan bir kişi olarak yaptım bunu. Yalnızca toplumsal gerçekleri anlatmak değil amacım, elimdeki dil malzemesini iyi kullanarak bir edebiyat yapıtı ortaya koymak.
DENEYSEL EDEBİYATIN KAYGILARI
- Romanınızın dilini, yerinde sertliğini ve gelini Ümmü’ye kan kusturan, dedikoducu ahlâk bekçisi Cevahir’e sıklıkla yer verilen diyaloglu bölümün katkısını sorarak bitirelim söyleşimizi.
- Bu romanda birinci kişi, “ben” anlatımını ısrarla seçerken, yaşayacağım zorlukların farkındaydım. Her şeyi Aysel’in baktığı, gördüğü noktadan vererek hem kurguyu hem romanın dokusunu onun bakış açısıyla oluştururken sıradan bir hikâye anlatıcısına dönüşebilir, tekdüzelik tuzağına yakalanabilirdim.
Bir açılım gerekliliği ile karşı karşıya kaldım. Deneysel edebiyatın kaygılarında gezindim, kurguda delikler açtım, başka sesleri de kattım romana. Duvarlar, guguklu saatin içindeki kuş, sokaklardan gelen Şaziye, Bacaksız Recep, Hamdüsena Sokağı, kaldırım taşları konuşmaya başladılar bu deliklerden başlarını çıkararak.
Elbette bir dayak azmettiricisi Cevahir’e de görev düştü. Fakat Cevahir –bence- o minik yuvarlaktan çıkıp romanın perde arkasındaki kahramanlarından birine dönüştü. Yüzünü görmez, elindeki tespihi ve kışkırtıcı söylemleriyle tanırız onu. İçeriden dışarıya bakan bir gözdür o, kuşatılmış kadınların birbirlerinin özgürlüklerine koydukları ipotekten beslenen jandarmalık sisteminin temsilcisidir. Ümmü’nün iç acıtan hikâyesinin de baş kahramanıdır.
Hamdüsena Sokağı Kadınları / Gönül Çatalcalı / Tekin Yayınevi / 295 s.
En Çok Okunan Haberler
- Korgeneral Pekin'den çarpıcı yorum
- Köfteci Yusuf'tan gıda skandalı sonrası yeni hamle
- Petlas Yönetim Kurulu Üyesi Özcan, uçakta olay çıkardı
- Komutanları olumsuz görüş vermedi, görevlerinden oldu
- '100 yılda bir görülebilecek akımın başlangıcındayız'
- Colani’nin arabası
- 148 bin metrekarelik alan daha!
- Milletvekilleri Genel Kurulu terk etti!
- Erdoğan'dan Suriyeliler açıklaması
- 'Bıyık altından gülüyorsunuz'