İhtiyacımız olan şey doğru duruş

"Bugün sorumluluğumuz daha büyük. Hepimizin sağlam duruşlar sergilemesi gerekiyor. Bu çok önemli. “Nasıl olsa toplum da böyle yaaa, ne verirsen alıyor” gibi zihniyet, topluma en büyük zararı verir. Siz de bir bakmışsınız vasatın, çukurun içine düşmüşsünüz."

İhtiyacımız olan şey doğru duruş
Abone Ol google-news
Yayınlanma: 13.01.2020 - 14:48

Tülay Günal, Edith Piaf’ı oynadığı Kaldırım Serçesi oyunuyla sahnede. Genco Erkal’la yedi yıldır  “Yaşamaya Dair”i oynuyor. “Tiyatro benim için bir yaşam biçimi. Bütün hayatımı hep tiyatro belirledi. Merkezde hep o oldu” diyor. Fırtınalı bir İstanbul öğle sonrasında buluştuk Günal’la. Edith Piaf’ı, yeni oyunu konuştuk, ne olacak bu memleketin hali diye de dertleştik. Ustalarından, eli öpülesi öğretmenlerinden söz ettik. 

Altıdan Sonra Tiyatro, sunuş yazısında “Gülriz Sururi’ye saygı duruşu” diyor. Gülriz Sururi ile başlayalım mı?

Evet, bu proje, ustamız, Türk tiyatrosunun en önemli oyuncularından Gülriz Sururi ve büyük yönetmen, oyun yazarı Başar Sabuncu’ya bir saygı duruşu niteliğinde. Projeyi İstanbul Tiyatro Festivali’ne sunduğumda, festival direktörü Leman Yılmaz oyunun bu iki büyük ustaya saygı duruşu olması fikrini söylediğinde çok heyecanlandım. Proje üzerinde çalışmaya başladığımda Gülriz Hanım hayattaydı. Hayallerim vardı. İlk hayalim onunla birlikte sahnede “Hiç mi Hiç, Pişman Değilim” (Non, Je Ne Regrette Rien) şarkısını söylemekti. Prömiyere Gülriz Hanım da gelecekti ve onu sahneye davet edecektik... O kadar saygı duyduğum bir tiyatro insanıydı ki onun gibisi gelmez bir daha. Kendine has oyunculuğu, fiziği ve engin bilgisiyle hepimizin idolüydü.

"Eskiden kültür-sanata destek olan kuruluşlara vergi muafiyeti uygulanıyordu, onu da kaldırmışlar. Düşünün ki Gülriz Sururi’yi bile muhalif buldukları için projeye uzak duranlar var. Böyle bir anlayışla mücadele ediyoruz. Gülriz Sururi bizim duayenimiz, büyük bir sanatçı. Bu tip bir kafa yapısıyla ne olabilir ki?"

Oyunu sahneleme fikrinize ilk tepkisi ne oldu?

O dönem yaşadığı zorlukları ve mücadelesini anlatmıştı. Anlattıklarıyla cesaret ve umut vermişti. Biliyorsunuz oyun 1980’li yılların başında yazılmış. O yıllar insanların üzerinden bir silindir gibi geçmiş. Bu oyun, onlar için bir umut, yaşam kaynağı olmuş. Bir bölümü İstanbul Şehir Tiyatroları’ndaki 1402 uygulamasının kaçkını 18 oyuncu ile çok zor bir projeye kalkışılmış; seyircinin ayağının hiç alışık olmadığı bir sahnede uzun kuyruklar oluşmuş; oyun büyük bir başarı kazanarak Türk tiyatro tarihine geçmiş. Gülriz Hanım şöyle demişti: “Bunun için varımı yoğumu ortaya koydum ve işin sanatsal kısmından asla taviz vermedim”. Biz de çok zorluk çektik bu süre içinde; en büyük sorunumuz da böyle büyük ve zorlu bir proje için sponsor bulamamaktı.

O silindir hayatlarımızda hep, hiç durmuyor...

Maalesef... Hele ki mesele sanat ise işiniz hiç kolay olmuyor. İnsanlar  “evet, tabii sanat çok mühim bir mesele ama para da çok mühim” ikilemi arasında sıkışıp kalmış. Bu bakımdan ortaya tuhaf, ticari tiyatro desen değil, işin sanat kısmı ise vasat ve taklitten öteye gidememiş işler çıkıyor. İyi örnekler de var ama maalesef yeterli değil.

Gülriz Hanım’ın gidişi sizi nasıl etkilemişti?

Önce Candan Sabuncu, ardından Gülriz Hanım gidince büyük bir boşluğa düştüm. Derinden sarstı beni bu gidişler. Sonra tekrar toparlandım, görüşmelere başladım. Yönetmen kim olacaktı? Ülkemizin yönetmen cenneti olmadığı düşünülürse en önemli ve en zor kısmı buydu işin. Yiğit Sertdemir’i aradım. Çok iyi ve çok parlak bir yönetmendi. Hiç düşünmeden kabul etti; onun kişisel tarihinde de Başar Sabuncu’nun ve Gülriz Sururi’nin çok önemli bir yeri vardı çünkü. Yönetmenliği Yiğit Sertdemir, yapımcılığı Altıdan Sonra Tiyatro üstlendi. Zorlu bir yapım, kalabalık kadro, maliyeti yüksek bir iş. Ödenekli tiyatroların bile çekindiği bir projeydi. 5 kişilik orkestra ve 7 oyuncudan oluşan ekibimizle gerçekten zor bir işi hayata geçirdik.  

Edith Piaf’ı oynamak sizin fikriniz miydi?

Uzun zamandır düşünüyordum. Özellikle Ute Lemper’in o olağanüstü tek kişilik Edith Piaf gösterisini izledikten sonra buna kafayı iyice takmıştım. Fakat istediğim gibi bir metin çıkmadı ortaya bir türlü. Genco Erkal, “Neden Başar Sabuncu’nun ‘Kaldırım Serçesi’ni yapmıyorsun” deyince tekrar düşündüm. Çok zor bir işti, kalabalık bir kadrosu vardı... İki-üç gün düşündüm; evet Edith Piaf oynamak elbette heyecan veriyordu ama asıl kıymetli olan Başar Sabuncu’nun Edith Piaf’ını oynamaktı. Önce Devlet Tiyatrosu’na götürdüm projeyi. Kabul edildi. Fakat uzun bir bekleyişten sonra yüksek bütçe kesintisi yüzünden yapılamayacağı söylendi. 

SPONSOR ARIYORUZ

Birileri size “hadi gel, bu kadına ses ver” demiş de olabilirdi...

Evet tabii ama benim hikayem böyle başladı. Nasıl olduysa oldu. İyi ki oldu. Çok şey öğrendim bu süreçte… Öncelikle ne güzel arkadaşlıklarım, dostluklarım varmış. Pek çok değerli isim bu projeye destek verdi. Deneyimlerini, bilgilerini bizimle paylaştı. Desteklerini unutamam. Hâlâ sponsor arıyoruz. Gitmediğimiz yer kalmadı ama umudumuzu yitirmiyoruz. Altıdan Sonra Tiyatro, cesurca çok zor bir işi üstlendi. Böyle bir projenin desteksiz ilerlemesi çok zor. Eskiden kültür-sanata destek olan kuruluşlara vergi muafiyeti uygulanıyordu, onu da kaldırmışlar. Düşünün ki Gülriz Sururi’yi bile muhalif buldukları için projeye uzak duranlar var. Böyle bir anlayışla mücadele ediyoruz. Gülriz Sururi bizim duayenimiz, büyük bir sanatçı. Bu tip bir kafa yapısıyla ne olabilir ki?

  Böyle böyle her gün biraz daha çölleşiyoruz…

Ancak bu çölleşmeye, bu vasatlığa teslim olmamamız gerekiyor.  Bu işin eğitimini alan, kendini tiyatro sanatına karşı sorumlu hisseden insanların sağlam duruşlar sergileyerek, seyircinin karşısına doğru, nitelikli eserler çıkarmasıyla olur bu işler; ucuzluğa, vasatlığa kaçmadan. Elleri ovuşturup “şu kadar para kazanırız” hesapları yapmadan... Doğru duruş sergileyerek, üreterek, çalışarak olur. Oyuncuların ve müzisyenlerin hepsi o kadar özverili çalıştılar ki hayran olmamak mümkün değil. Müthiş bir ekibimiz var.

Siz ilk defa işin teknik kısımlarıyla bu kadar çok uğraştınız sanırım.

İlk defa... İşin en zor kısımlarından biri de şarkı telifleriydi. 10 şarkı var oyunda kullanılan. Şarkılar nasıl bir sahnede söyleniyor, oyunun sinopsisi Türkçe ve İngilizce olarak, şarkıların Türkçesi ve İngilizcesi... Şarkıları Can Yücel, Başar Sabuncu, Gülriz Sururi, Engin Cezzar gibi büyük ustalar mükemmel bir Türkçe ve prozodi ile çevirmişler. Çok dikkatli bir çalışma yürüttük. Yıldırım Türker, Işın Eliçin, Barika Göncü, Zeynep Aksoy gibi değerli ve işin ehli insanlar, yaptıkları çevirilerle işin en zor kısmında bize destek oldular. Şarkı hakları için Hasan Saltık ve Suat Sarıbağ bize yol gösterdi, destek oldu. Tabii yönetmenimiz Yiğit Sertdemir’in büyük başarısı sözkonusu. Sonuçta bütün bunları toparlayan ve seyirlik hâle getiren yönetmendir.

Edith Piaf’ın yaşamının bütün önemli dönemeçlerini atlamadan sahneye koyuyorsunuz.

Başar Sabuncu’nun metni o kadar sağlam bir metin ki, Yiğit Sertdemir ve dramaturgumuz Aylin Alıveren bu metni yaklaşımları ile başka bir boyuta taşıdılar. Ve tabii müzikler. Yiğit Özatalay’ın 1 yıl boyunca çalıştığı, emek verdiği müzik düzenlemeleri metne hizmet eden, metni çok daha yüksek seviyelere taşıyan düzenlemeler.

Sinemada ve dizilerde de oynuyorsunuz. Tiyatroda seyirciyle göz göze olmak nasıl bir his?

Seyirciyi görmekten ziyade hissetmek daha doğru bir ifade olur. Oynarken o konsantrasyon içinde seyirciyi görmeniz imkansız. Olayın içinde değilseniz ya da oyunun sahnelenişi seyirci ile bir iletişim kurmayı öngörüyorsa seyirci ile gözgöze gelirsiniz. Evet, öyle oyuncular da vardır seyirciyi gören; kim gelmiş, nerede oturuyor gibi.. Bu bana hep çok tuhaf ve şaşırtıcı gelmiştir. 

"Görmemek, duymamak mümkün mü? Her gün bütün enerjimi çekiyor. Çok uzun zamandır “güne ne güzel başladım” diyemiyorum. Sürekli kötü haberler. Gencecik bir kızımız intihar etti. Ben utanıyorum; sorumlular ne hissediyor ya da bir şey hissediyorlar mı, gerçekten çok merak ediyorum."

TRAK GELDİ SAHNEYİ TERK ETTİM

Oyuna nasıl hazırlanırsınız peki?

Önce kendi araştırmalarımı yaparım. Sonra da oyunun yönetmeninin dünyasını kavramaya çalışırım. Nasıl bir dünya hayal ediyor, hangi biçim ve biçemleri tercih ediyor? Maestro yönetmendir. Tabii anlamadığınız ya da anlaşamadığınız durumlar da olabilir. O zaman oldurana kadar çalışırsınız, tartışırsınız. Prova yaparız ve amaç bu süreci en verimli şekilde kullanmaktır.

Hiç aksilikler yaşadınız mı sahnede, işlerin çok ters gittiği oldu mu?

Diyarbakır Devlet Tiyatrosu’nda Shakespeare’in On İkinci Gece oyununu oynuyoruz. “Trak geldi” deriz. Yani sahnede bir anda her şeyi unutma hâli. Bir oyuncunun başına gelecek en berbat durumlardan biri. Durdum. Herkes bana bakıyor. Belki 20 saniye süren bir şey ama size 20 yıl gibi gelir. “Yer yarılsa da içine girsem” diye düşünürsünüz. Sonra bir gülme krizi, durduramıyorum. Sahneyi terk ettim. Çok utanmıştım. Arkadaşlarım sağ olsun sahneyi kurtardılar; uygun bir anda yeniden girdim oyuna. Diyarbakır’da seyirci bir kere gelmez oyuna. 7-8 kez izleyen, oyunu ezberleyen insanlar vardı. Oyunda olan herhangi bir aksaklığı hemen anlarlardı. Diyarbakır… 93 yılında farklı okullardan mezun olmuş, birbirini tanımayan, 20’li yaşlarda 16 oyuncu adayı… Neredeyse sabahlara kadar çalışarak, prova yaparak sürekli üreten bir topluluktuk. Eşsiz bir deneyim ve paylaşımdı. 5 yıl kaldım orada. Güzel günlerdi.

MENDİL GİBİ BURUŞTURUP ATIYORLAR

Ankara Devlet Tiyatrosu oyuncususunuz. İşten atılanlar var. Ne düşünüyorsunuz?

Bu mağduriyetin derhal giderilmesi gerekir. Kadrosuz, sözleşmeli çalışan, uzun yıllar bu kuruma emek vermiş tiyatro emekçilerinin güvenlik soruşturması gibi bir bahane ile işlerine son verilmelerini anlamak mümkün değil. Bu yanlıştan hemen dönülmesi gerektiğini düşünüyorum. Uzun yıllardır DT’ye kadro vermiyorlar; umarım korktuğumuz olmaz; çünkü bu ülke için Devlet Tiyatroları’nın varlığı çok önemli. Ben kendimi bildim bileli iktidardakiler hep müdahale etmiştir Devlet Tiyatroları’na. Hem de hangi partiden olursa olsun. Tiyatroyla ilgili hiçbir şeye hakim değiller ama müdahale ederler. Hep kendilerini hissettirirler. 22 yıl hizmet vermiş insan var kurumda. Adli sicil kaydı temiz değilmiş. Nasıl onur kırıcı bir şey bu. Mendil gibi buruşturup atıyorlar insanları.

Ülkede olan biteni yakından izliyor musunuz peki?

Görmemek, duymamak mümkün mü? Her gün bütün enerjimi çekiyor. Çok uzun zamandır “güne ne güzel başladım” diyemiyorum. Sürekli kötü haberler. Gencecik bir kızımız intihar etti. Ben utanıyorum; sorumlular ne hissediyor ya da bir şey hissediyorlar mı, gerçekten çok merak ediyorum. Eğitim devletin sorumluluğundadır. “Parası olan okur” anlayışı kabul edilemez. Yurtdışında beş kuruş vermeden okutuyor insanlar çocuklarını. Burada özel okullara deli gibi paralar akıtılıyor.

Bize de bir oyun izleyip kendimizi biraz olsun iyi hissetmek kalıyor belki de...

“Yaşamaya Dair” oyunumuzu da “Kaldırım Serçesi”ni de izleyenler, çıkışta “umut dolduk” diyorlar. İnsanların içine bir umut tohumu ekebiliyorsak, bundan daha büyük mutluluk yok.

Yaşamaya Dair’de Nâzım ile Piraye var. Edith Piaf da yaşamaktan hiç vazgeçmemiş bir kadın. Şaşırtıcı gerçekten. Herkesin yapabileceği bir şey değil.

İki kadının da hayatı çok zor geçmiş. Piraye’nin hayatının bir bölümü, sevdiği adamı hapislerde ziyaret etmekle geçmiş, hep hasret çekmiş. Nâzım’ın birçok şiiri bize ulaştıysa, Piraye sayesindedir. Çok asil ve entelektüel bir kadındı. Edith Piaf da hiç vazgeçmemiş; evet, sanırım üretmek; onu ayakta tutan, yaşama bağlayan şey.

Geldiği yeri de hiç unutmuyor değil mi Piaf?

Evet, bence onu en özel kılan şey bu. Evet, çok müstesna bir sese sahipti. Ancak meşhur olduktan sonra da o sokağı, kimliğini, geldiği yeri hiç unutmuyor ve sanatını bunun çevresine inşa ediyor. Sosyal-kültürel bütün engelleri aşıp dünyanın tanıdığı büyük bir efsaneye dönüşmesinin nedenlerinden biri de bu kimliği hiçbir zaman bırakmamış olması. Olduğu gibi hep. Hiçbir şeyi seyircisinden saklamıyor; acısını da sevincini de...

"Aşkla besleniyor.  Terkediliyor, acı çekiyor ama yine aşık oluyor. Yves Montand’ı terkettikten sonra “bundan sonra kilise çanları ancak cenazemde çalınır” der; inanarak söyler bunu. Sonra bir bakmışsınız Marcel’le (Cerdan) karşılaşır ve aşık olur. Piaf özel hayatında tahammül edilmesi çok zor bir kadın; ısrarcı, dediğim dedik."

Edith Piaf’la ne zaman tanıştınız?

Gülriz Sururi dolayısıyla. 13-14 yaşlarında televizyonda izledim Kaldırım Serçesi’ni. O zaman tiyatroların TV versiyonu yayımlanıyormuş. Ne yüksek dönemlermiş! Sonra peşine düştüm, şarkılarını dinledim. İlerleyen zamanlarda onunla ilgili bütün kitapları okudum, farklı yorumları dinledim. 

GİDİŞİ İLE DERS VERDİ

Gülriz Sururi’yle ilişkiniz nasıldı?

O bizim ustamızdı; hayran olduğumuz bir insandı. Duruşuyla, birikimi ile çok özel bir yere sahipti. Gidişi ile de bir ders verdi. İkiyüzlülüklere, riyakarlıklara bir yanıt oldu. Cenazelerde bir durur, gidenle vedalaşırsınız. “Ay şu projem var, bu işi de şöyle yaptım” diyen insanlar... Tabutla resim çektiren insanlar gördük. Ülkemizde ne anma ne yas tutma kültürü de yok aslında. Daha doğrusu kalmamış. Anma kültürü nedir? Devamlılık çok önemlidir anma kültüründe. Her şey birbirine bağlı. Aile, eğitim... Hamaseti çok severiz biz. İş gerçekten anmaya, saygıya, devamlılığa gelince yok oluyoruz ortadan. O zaman siz de yok olursunuz, silinirsiniz. Henüz bunu takdir edemedik biz.

Kendinizi nasıl anlatırsınız, biraz gizemli bir yanınız da var bence... 

Ne söyleyebilirim ki… Ben şöyleyim, böyleyim demek biraz tuhaf geliyor.

Yakınlarınız en çok neyinizden şikayet eder. Mesela anneniz?

Küçüklüğümden beri yemek yemememden hep şikayet etmiştir. Ona kendi çocuklarıyla ilgili övgü dolu sözler söylemek biraz ters gelir. Ben “şunu da iyi yaptım” desem çok şaşırır. “Aaa, insan kendi yaptığı şeyi över mi?” der. Biraz yeren taraftan benim annem. Küçükken “sen de ne yaparsam yapayım hiçbir şeyi beğenmiyorsun” derdim. Şimdi anlayabiliyorum...

TİYATROCU OLMAMDA BABAM YOL GÖSTERİCİ OLDU

Tiyatrocu olmanıza bir şey dedi mi?

Annem hiç istemedi ama babam istedi. Hatta yol gösterici de oldu. Aklımda tiyatrocu olmak yoktu. Enteresan bir adamdı, belki de onun içinde bir ukdeydi bu iş, bilmiyorum... Annem ev kadını, babam memurdu. Bir de abim var. Ben ilkokula başlayana kadar babamın işi dolayısıyla hep dolaşmışlar. Okula başlayınca Ankara son durakları oldu. Üniversiteden mezun olana kadar hep Ankara’daydım.

Kısa bir dönem şarkı söylediniz. Neden şarkıcı olarak kariyerinize devam etmediniz?

Hedefte hep tiyatro vardı. Şarkı söylemeyi de oyunculuğa katkı olarak değerlendirdim. Bir karaktere bürünerek şarkı söylemek bana çok cazip geldi.   

Artık İstanbullu musunuz?

Oyuncunun yeri yurdu olmaz. Hocalarımız böyle derdi. Bir iş çıksa, illa ki yapmam gerektiğine inanırsam, her şeyi bırakıp oraya giderim, neresiyse orası. Yeter ki inanayım. Bunu yaptığım zamanlar da oldu... İnsanlar şaşırdılar ama tiyatro benim için bir yaşam biçimi. Bütün hayatımı hep tiyatro belirledi. Merkezde hep o oldu. Başlangıçta böyle bir bilinç yoktu tabii; sadece alkış ve beğenilme isteği olabilir; ama işin eğitimini aldıkça tiyatronun alkışlardan, beğenilerden çok daha fazla anlam taşıdığını fark ettim. Hocalarım Sevda Şener, Ayşegül Yüksel, Metin And, Ergin Orbey, İpek Bilgin… Hepsine minnettarım.  

Türkiye, toplumun şimdiki hali tatsız... Bu sizde sanatınızı icra ederken nasıl bir etki yaratıyor?

Bu bakımdan sorumluluğumuz daha büyük. Hepimizin sağlam duruşlar sergilemesi gerekiyor. Bu çok önemli. “Nasıl olsa toplum da böyle yaaa, ne verirsen alıyor” gibi zihniyet, topluma en büyük zararı verir. Siz de bir bakmışsınız vasatın, çukurun içine düşmüşsünüz.

Şu sıralar en çok rahatsız olduğunuz şey ne?

Kötülük. Kötülüğün bu kadar hızlı bir şekilde yayılması. Sibel Ünli’nin ölümünde de gördük. O paylaşımlar... Korkunç. Nasıl bu kadar kolay bir şekilde yayılabiliyor, kötülük, alçaklık, linç kültürü?

Sosyal medyada bir paylaşımda bulunurken sakındığınız oluyor mu?

Niye olsun? Ben kimseye hakaret etmiyorum. Söyleyecek sözü olmayan insanlar hakaret eder. Fikirlerimi de özgürce söyleyemeyeceksem niye nefes alıyorum. İsim vermeyeceğim, kurumsal bir işyeri toplu bilet satın almak istiyor; sonra benim twitter paylaşımım nedeniyle vazgeçiyor. Ben de dönüp baktım ne yazmışım diye. Ne düşünüyorsam onu yazmışım...

Ülkede bir “kişisel gelişim” modası da var, siz ne düşünüyorsunuz bu konuda? 

Sömürülmeye çok müsait bir alan. Dikkatli olmak gerekir.

Mutluluk arayışınız oldu mu sizin de? Şöyle sorayım, mutlu musunuz?

Çok değişken. İnsanın özel hayatında bir dengesinin olması çok önemli. Ben özel hayatımda mutluyum. Çok sevdiğim, saygı duyduğum bir insanla beraberim. Arkadaşlarım, dostlarım var. Şanslıyım; sevdiğim, eğitimini aldığım işi yapıyorum. Ancak çevremdeki insanların mutsuzluğunu, çaresizliğini, ağır yaşam koşullarına rağmen ayakta kalma çabalarını gördükçe gerçekten çok üzülüyorum. Bundan soyutlamak kendini çok zor.

GENCO ERKAL BENİM İÇİN OKUL

Genco Erkal’la 7 yıldır Yaşamaya Dair’i sahneliyorsunuz. Öncesi de var. Erkal’la aynı sahneyi paylaşmayı nasıl anlatırsınız?

Okul benim için. Genco Erkal büyük sanatçı; aynı zamanda da zanaatkar. Tiyatronun her şeyiyle ilgilenir. Dekoru, ışığı, şusu busu. Buna şahit olmasaydım belki Kaldırım Serçesi benim için kolay geçmeyebilirdi. Tiyatronun zorlu bir yol olduğunu Genco Erkal’dan öğrendim. 60 yıldır tiyatro yapıyor. 50 yıldır Dostlar Tiyatrosu var. Seyircinin çok sevdiği, saydığı bir tiyatrocu. Hele genç kuşağın ona olan sevgisini görseniz, gözleriniz yaşarır. Sahnede çok iyi anlaşıyoruz.

Hiç tartışmıyorsunuz yani?

Birkaç kere “Ben bundan çok çektim” dediğini duydum (gülüyor). Çektirmiş miyimdir bilmiyorum. Düşündüğümü söylerim, saklayamam. Bazen ayarım kaçmış olabilir ama beni çok sevdiğini biliyorum. Çok iyi anlaşıyoruz. Bir şey olsa hemen ona danışırım. Deneyim aktarımını çok kıymetli buluyorum. Umarım Genco Erkal gibi uzun yıllar oynarım. Hiç durmuyor, üretiyor. Müstesna bir sanatçı. 

MASALLARDA OLUR ANCAK

Piaf’a dönecek olursak onu en iyi anlatan şey aşk herhalde...

Tabii. Aşkla besleniyor.  Terkediliyor, acı çekiyor ama yine aşık oluyor. Yves Montand’ı terkettikten sonra “bundan sonra kilise çanları ancak cenazemde çalınır” der; inanarak söyler bunu. Sonra bir bakmışsınız Marcel’le (Cerdan) karşılaşır ve aşık olur. Piaf özel hayatında tahammül edilmesi çok zor bir kadın; ısrarcı, dediğim dedik. Marcel’e ısrarla “ilk uçakla gel, dayanamayacağım” der; Marcel uçak biletini değiştirir ve uçak düşer. Korkunç bir trajedi. Sonrasında kendini suçladı büyük ihtimalle... Taşıması zor bir hayat.

Siz nasıl bir aşıksınız peki? Israr eder misiniz?

Israr etmek… Hayır. Kimseye yapılmaması gereken bir şey.

Kaldırım Serçesi, başka ne söylüyor izleyenlere. Umuttan söz ettik...

Umut, evet… Neden bu hisle ayrılıyor seyirci diye düşündüm. Çok zor bir yerden gelmiş Piaf; okuma-yazması yok neredeyse... Zekasıyla, yeteneğiyle Fransız entellektüellerinin içine giriyor. Masallarda falan olur bu ancak. Üreten, karar verici bir pozisyona geliyor. Olduğu şeyle yetinmiyor kadın. İnanılmaz bir bilgiye-görgüye sahip olmuş. İnsanlara umut veren kısmı bu: Kendini yaratmış. Sözlerini yazdığı, “La Vie en Rose”  adlı şarkısı... O noktadan böyle noktaya nasıl gelebilir insan? Gelebiliyor demek ki. Bu da Tülay Günal olarak bana, seyirciye, herkese umut veriyor.

 "Tiyatronun zorlu bir yol olduğunu Genco Erkal’dan öğrendim. 60 yıldır tiyatro yapıyor. 50 yıldır Dostlar Tiyatrosu var. Seyircinin çok sevdiği, saydığı bir tiyatrocu. Hele genç kuşağın ona olan sevgisini görseniz, gözleriniz yaşarır. Sahnede çok iyi anlaşıyoruz."

Hedefe ulaşmakta anahtar ne sizce?

Benim bildiğim çalışmak. Yapmak istediğiniz bir şey varsa, çevrenizde konsantrasyonunuzu dağıtan şeylerle ilgilenmek yerine ona konsantre olmak, emek vermek. 

Çalışkan birisiniz...

Evet. Annem küçükken kızardı bana “git Allah aşkına dışarda oyna biraz” diye... Evde oturur çalışırdım. Öyleydim. Ahh işte yine geldik eğitimin önemine. İlk öğretmeniniz o kadar önemli ki… Çok değerli  bir kadındı ilkokul öğretmenim. Sanırım çalışma disiplini o öğretti bana. Gürsel de “senin en büyük özelliğin çalışkan olman” der.

Eşiniz  Gürsel Göncü #tarih’i çıkarıyor. Sizin tarihle aranız nasıl?

Onsuz olmaz. Tiyatro sadece oynamaktaki hakimiyetinizle sınırlı bir disiplin değil. Bir role çalışırken… Örneğin Edith Piaf’ı ele alalım. 1915’te doğmuş, 1963’te ölmüş. Kısacık yaşamında iki dünya savaşı meydana gelmiş bir sanatçı. Şimdi tarihsel olarak bu dönemi bilmeniz gerekir. Bu savaşların etkilerini mutlaka göreceksiniz Piaf’ta. Hocalarımız hep “oyuncu olacaksınız ama mimariyi de felsefeyi de tarihi de bilmek zorundasınız” derlerdi. Kaldı mı bunu söyleyen hoca? Varsa da çok az. Eğer böyle bir hoca çıkarsa karşınıza, ona dört elle sarılın ve bilgisinden, deneyiminden sonuna kadar yararlanmaya bakın.


Cumhuriyet Tatil Otel Rezervasyon

En Çok Okunan Haberler