İki Bin Dokuz; Hepimiz Gözetleniyoruz!..
Günümüzde “korku”nun yaşamın bir parçası haline getirilmesi sürecini içgüdüsel bir alışkanlığa dönüştürmeden reddetmek için pek çok nedenimiz var.
George Orwell’ın 1949’da yayımlanan “1984”(*) adlı kurgu romanını on yıl önce okumuş olanlar için bile romanın kurgu niteliği baskındır. Bugün okuyanlar için ise gerçeğin ta kendisidir. Yazıldığı yıllarda hayal ürünü olan sürekli gözetlenme ve dinlemeler günümüz için topluma kanıksama ile kabul ettirilmek istenen bir gerçeğe dönüştü.
Orwell, “Düşünce Polisi” adını verdiği kontrol mekanizmasının işleyişini; “...Düşünce Polisi’nin, ne kadar sıklıkla ya da nasıl bir sistemle kimi izlediği bilinemezdi. Her an, canları ne zaman dilerse, alıcıyı çalıştırabilirlerdi. Çıkardığınız sesin işitildiği, karanlıkta olmadığınız sürece, her hareketinizin izlendiği varsayımı, içgüdüsel bir alışkanlık haline dönüşmüştü, bununla yaşamanız gerekiyordu - yaşıyordunuz” sözleriyle anlatır.
Orwell’ın pek çoğumuzun onaylayacağı bir diğer tespiti TV’nin fonksiyonuna ilişkindir: “...Ortaçağların Katolik Kilisesi bile, çağdaş ölçülerle, liberal sayılır. Eski hükümetlerden hiçbirinin, yönettikleri kişileri sürekli denetim altında bulundurma olanakları yoktu. Televizyonun yapımı ve aynı aygıtın, hem alıcı, hem verici olarak kullanılmasını sağlayan teknik gelişmeler özel hayata son verdi. Her yurttaşın ya da en azından gözetlenmesi gerekecek kadar önemli herkesin, ……sürekli bir resmi propaganda bombardımanı altında tutulabilmesi olası kılındı...” Bu satırlar bugünü bilinçle izleyenlere hiç de yabancı gelmemiştir.
Kitaptaki kurgu ilginç bir biçimde bugünün kontrol mekanizmasının altyapısını açıklıyor. Kitapta “yenikonuş” adı verilen yeni bir dil üretme, günümüz küresel güçlerinin kendilerini pazarladıkları kavramsal dönüşümleri çağrıştırıyor. Yönetim yerine “yönetişim” kavramını yerleştirdiğinizde, “katılım” sözcüğüne eklenen ‘yerelleşme’, ‘özelleştirme’, ‘farklılıklar’, ‘azınlıklar’ gibi ardıllarla ulus devletten uzaklaştıran açılımlara doğru yelken açıldıkça; insan haklarının evrenselleştirildiği temel kriterlerden uzaklaştırılıp, bölgesel kriterlere kıstırılıyorsunuz. ‘Etnik’, ‘dinsel’ aidiyetler öne çekilerek tercihler yapıldıkça, siyasette ‘diğeri’, ‘öteki’ kavramı ağırlık kazanıyor ve bir yanda birleşmelerden, ittifaklardan söz edilirken diğer yandan ötekileştirilenlerin ayrışması ile ‘yeni’ tartışma başlıklarının ‘yeni’ çatışma alanlarını yaratması sağlanıyor.
“Bize kendi isteğinle uymalısın” tümcesi ile Orwell’ın söyleminde yer aldığı gibi, küresel güçlerin ve işbirlikçilerinin dayattığı sonucu kabullenmenin ötesinde bir seçeneğin olmadığı bir evren kurulmaya çalışılıyor. Güvenlik adına özgürlüklerden, yeni kimlik adına önceki kimliğinizden, yaratılan sonuçları konuşmanız dayatıldıkça özgün fikir üretiminden kendiliğinizden kaçar oluyorsunuz. “Toplu itibarsızlaştırma harekâtı”na dönüşen suçlamalar zincirinde, saygın kişi ve kurumlara yönelik haksız saldırılara karşı toplu tepki veremedikçe, yalnızlık duygusu ile edilgenleştiriliyorsunuz.
Her biri yalnız olmadığının farkında olan ancak bir araya gelmesinin önündeki barikatların yığını ile yalnızlık hissine itilerek sindirilmeye çalışılan bir çoğunluk var.
Türkiye, 20. yüzyılın başlangıcında Kurtuluş Savaşı sonrasında oluşturulan değerleri içselleştirememiş, hatta karşı olan AKP zihniyetine, 21. yüzyılın başlangıcında iktidar yolunu açarak, demokrasi sınavına yeterince hazırlıklı olmadan girişmesinin bedelini ödemektedir. Demokrasiye inanmışlık ve bu kavrama yüklenen olumlu anlam, marjinal olanı iktidar yapmaya yetmiştir. Marjinalin marjinalleştirme çabası ile iktidarda kalma mücadelesine bakınca; rejim karşıtı görüşlerin, demokrasinin tüm kurum ve kuralları ile işletilebileceği sağlam bir zemin oluşturulmadan iktidara taşınarak yumuşatılamayacağının acı bir öğretisi olmuştur yaşadıklarımız.
Gözetleme, dinleme, sorgulama, baskılama, tutuklama, delilsiz suçlama, medya marifeti ile yargılama, hukuk ihlalleri, sokak çatışmaları, kimlik tartışmaları, komplo senaryoları, katlanan işsizlik ve yoksulluk, tırmanan yolsuzluklar, bölücü terör ve teröre kurban giden canlarımız, intiharlar, suikast suçlamaları, 2009’la geride kalmış olacak mı?
Türkiye’nin bu hale getirilmesi kimlerin marifeti? 2010 Türkiyesi’ne umutla bakabiliyor musunuz? En büyük destekçisi ABD’de “İslamcı bir hükümetin demokratik ilkelere bağlılığı sallantıda gözüküyor” ifadesi ile iç muhalefeti susturma uygulamalarından vazgeçmesi telkin edilerek, gazete başyazısının eleştiri konusu olurken; AKP ile Türkiye’nin demokratikleşeceğine hâlâ inanıyor musunuz?
Ne olduğunu tam bilmediğimiz biçimsellikle yer verdiğimiz demokrasi, birilerinin kendi istedikleri biçime dönüştürdükleri başka bir şey olarak geri dönerken; Batı’dan yükselen seslere bakınca, AKP’nin uygulamalarının demokrasi anlayışı ve hukuk dışına taşan kısmı bugün artık yalnız Türkiye’nin değil, Batılı ülkelerin de sorunu.
Günümüzde “korku”nun yaşamın bir parçası haline getirilmesi sürecini içgüdüsel bir alışkanlığa dönüştürmeden reddetmek için pek çok nedenimiz var. Demokrasinin ne olduğu konusu giderek muğlaklaştırılsa bile, insanı aşağılayan totaliter uygulamaları reddedecek, insanı öne alan birikimi var dünyanın. Türkiye’de AKP’ye iktidar yolunu açacak kadar bir özgürlük anlayışı birikmişse, bu birikim, özgürlükleri hedef alan anlayışı kovabilecek, tüm baskılara karşın baskıcıları üzerinden atabilecek güçtedir demektir. Bu gerçeği hepimiz ama önce baskı yolu ile özgürlükleri askıya alarak yerlerini sağlamlaştırma hesabı yapanlar dikkate almalı.
En Çok Okunan Haberler
- Korgeneral Pekin'den çarpıcı yorum
- Suriye'yi nasıl terk ettiğinin ayrıntıları ortaya çıktı!
- Petlas'tan o yönetici hakkında açıklama
- Colani’nin arabası
- Nevşin Mengü hakkında karar
- 3 zincir market şubesi mühürlendi
- Komutanları olumsuz görüş vermedi, görevlerinden oldu
- 148 bin metrekarelik alan daha!
- Geri dönüş gerçekten 'akın akın' mı?
- Bakanlık 5 ildeki lahmacuncuları ifşa etti