İnsanların yeni alışkanlığı
Felaket haberlerini büyük bir iştahla takip ediyoruz. Haber kirliliği işi daha da 'zevkli' hale getiriyor. Hele bir de tanıklık ettiğimiz bir felaket varsa! Olayları izlerken 'orada bulunmadığımız ve mağdur olmadığımız' için derin bir 'oh' çekiyor, sorumluluğu üstümüzden atıp 'şükrediyoruz'. Artık ölüm de seyirlik bir malzeme... Biz de bu malzemeyi ekran başlarında hatta bizzat yerinde izleyip, felaket turistleri olarak meşrulaştırıyoruz...
Felaketleri seviyoruz. Hayır, “Bu da ne demek şimdi?” deyip kestirip atmanın anlamı yok. Çünkü televizyonda felaket haberlerini büyük bir iştahla takip ediyoruz. “Bu haberi çocuklarınıza izletmeyin!” uyarısı dehşeti izlenilebilir kılmanın başka bir yolu da değil mi? Kaç kişi ölmüş? Kaza nasıl olmuş? Felaketlerin öncesi ve sonrasına dair kocaman bir haber kirliliğine boğazımıza kadar batmaktan çekinmiyoruz. Tüm bu ilgi ise hareket refleksi ve karşı duruşa geçtiğinde sönüyor. Olayları izlerken “Orada olmadığımız ve mağdur olmadığımız” için derin bir “Oh” çekip rahatlıyoruz. Sorumluluğumuzu bir kenara bırakıp yaşadığımız hayata “şükretmeyi” öğreniyoruz. Fransız düşünür Jean Baudrillard’ın da söylediği gibi “güvenlik ve huzur saplantısı” bizim şiddetle daha fazla ilgilenmemizi sağlıyor. Sistem de korkuyla güven sağlıyor. Aslında tüm bunlar kapitalizmin dayattığı tüketim doyumsuzluğunun bir sonucu. Bilim insanları bunu savunuyor. Elbette bu insafsızca tüketim, manevi olan şeylerin de metalaştırılması anlamına geliyor. İnsanların dürtüleri, arzuları, korkuları ve ihtirasları buna malzeme ediliyor. İnsanlar da artık yeni şeyler tüketmek istiyor. Reklamlarda söylenenlere bir gönderme yaparsak, “Artık paranın alabileceği şeyleri tükettik”. Şimdi sırada felaketler, ölümler ve korku yaratan gerçekler var. En son Avusturya’da 24 yıl evinin bodrumunda hapsettiği kızına tecavüz eden ve kızından yedi çocuğu olan baba Josef Fritzl’in evinin felaket turistleriyle sarılması haberi çok şaşırtıcıydı. Amsterdam Belediye Başkan Yardımcısı Ursula Puchebner da evi görmek isteyenlerin sayısının her geçen gün arttığını söylüyor, bunu da “Felaket turizmi” olarak tanımlıyordu. “Bu şok edici davranışları anlayamıyorum. Kurbanlara hiç saygıları yok” diyordu. Evi görerek hangi duygularını dindiriyorlardı? Merak mı? Yalnızca bu kadar olamaz. Katrina Kasırgası’nda yıkılan New Orleans’ta başlatılan tur programlarıyla milyon dolarlar kazanan Amerikalılar da hâlâ akıllarda. Felaket bölgelerine yapılan geziler, artık tüketeceği hiçbir şey kalmadığı için korkuyu, acıyı ve ölümü cam bir fanustan görmek isteyenlere imkân veriyordu. Belki de 11 Eylül’ün canlı yayınla gerçekleşmesi bunun tetikleyicisiydi, kim bilir? En basitinden biz bile bir kaza yerinden geçerken olayı tüm ayrıntılarıyla anlamaya, her anı zihnimize taşımaya çalışmıyor muyuz? Yani aslında hepimiz felaket turistleriyiz.
Alışmak tepkisizliktir
Galatasaray Üniversitesi İletişim Fakültesi Dekanı Prof. Dr. Özden Cankaya, bu konu üzerine iletişimcilerin çok kafa yorduğunu söylüyor. “Haberin temel niteliklerine baktığımızda insanların ilgisini çeken, gariplik taşıyan, her zamankinden farklı bir olayın gündeme gelmesi önemli. Ölüm, kazalar, felaket ve görüntülenen acı da haberin izlenme oranını arttırıyor. Medya bunu ticari kaygılarla tercih ediyor” diyor. Elbette yaşamın, ölümle daha değerli kılınması en büyük zaafımız.
Peki, bu felaket açlığının başlangıcının bir referans noktası var mı? Yanıt yine Cankaya’dan: “80’li yıllardan sonra neo libaralizm evrimini hızlandırdı. Dünyanın dinamikleri tüketim üzerine kuruldu. Bu hem empoze edildi hem de içselleştirildi”.
Cankaya’ya göre felaketlerin görselleştirilmesi ve sunulmasındaki magazinsel yaklaşım da haberin öznesini, olayı, nesneleştiriyor ve anlamını eksiltiyor. Haberdeki şiddet, tüketilen bir olgu. Cankaya, bazı iletişimcilerin savunduğu gibi “Toplumda yaşanan neyse medyaya yansıyan odur” söylemine de uzak durmuyor. “Çünkü” diyor, “Şiddet dolu bir dünyada yaşıyoruz. Buradan da bu haberler ortaya çıkıyor. Medya şiddet ve felaketleri yapıp sunmuyor, ama sunumları tehlikeli.” Haberlerin kolay tüketilir paketler halinde “satılan mal” olarak düşüncesizce servis edilmesi insanların ruh sağlıklarını bozuyor. Tehlikeli olan ise bunların alışkanlık yapıyor olması. “Bu tür yayınlar şiddeti ve şiddetin kurbanı olmayı meşrulaştırıyor. Yayınlarla şiddet ve felaket haberleri artmıyor belki, ama insanlar bunları tüketmeye alıştığı için alışkanlık kazanıyor” diyor Cankaya. Zira sanayileşen dünyada yabancılaşma olgusu artık daha çok hissediliyor. Popüler kültürün yaygınlaşması, kitle kültürünün orta beğeni ve zekâ düzeyine seslenir ürünler hazırlaması sistemin bileşenlerini daha iyi kontrol etmesini sağlıyor. Hatta onlara yapay bir huzur da veriyor. Nasıl mı? “İnsanlar bu haberleri okudukları zaman, ‘İyi ki benim başıma gelmedi’ diye rahatlıyor. Başkalarının felaketlerini tüketirken kendi iç huzurlarını besliyorlar”. İşte “şükür felsefesi” ve felaketi tüketmenin verdiği marjinal mutluluk maliyeti bu noktada oluşuyor. Felaketlerin mağduru olmayıp, cinayetleri seyretmeyi bir keyif haline getirdiğimiz için aslında biz de cinayetin ortağı oluyoruz. Cankaya’ya göre bu işin içinden çıkmanın yolu biraz ütopik olsa da imkânsız değil, anlatıyor: “İleti topluma tek taraflı gönderiliyor. İletiyi alanın tepkisi ve eleştirisi yok. Katılım olmadığı için, eylemsizlik, reflekssizlik en büyük eksiklik. Katılımı sağlamayı ütopik bulabilirseniz, ama ütopyalar olmadan yeni modeller üretemezsiniz. Ben bunun peşindeyim. Bunları okumayı, izlemeyi, reddedebilecek bir tavrı oluşturabilirsek kapitalizmin bu amansız öğretisine baskın gelebiliriz. Değişim önce kişinin içinde başlamalı”.
Dehşet üzerinden denetim
İşin ruhsal boyutu da bizi daha farklı yerlere götürüyor. Bu konuda da sorularımızı Eskişehir Osmangazi Üniversitesi Tıp Fakültesi Psikiyatri Anabilim Dalı Başkanı Prof. Dr. Cem Kaptanoğlu yanıtlıyor. Kaptanoğlu, doğal afetler, insan eliyle yaratılmış felaketler, şiddet olayları, kazalar gibi travmatik olaylara tanık olanların veya yalnızca onlardan haberdar olanların bile ruhsal olarak etkilendikleri gerçeğinin kaçınılmaz olduğunu söylüyor. Hatta tanıkların ruhsal olarak daha güçlü sarsıntılar yaşayabileceklerini anlatıyor. Olağandışı ruhsal veya fiziksel bir stresörle karşılaşmanın “çaresizlik” hissini içselleştirmesinin, bireyin hayatın olağan akışı içinde yaşadığı etkilenmezlik duygusunu sarstığına dikkat çekiyor. İnsanlar felaketlerle karşılaştıklarında genellikle “Ne oldu? Neden oldu?” sorularına yanıt aradıkları şaşkınlık ve şok dönemini yaşıyor. Kaptanoğlu’na göre bu tepkilerdeki tutarsızlıklar da kabul edilebilir. Ağır travmatik olaylardan sonra çevresindeki mağdurlara yardım etmek yerine kaybettiği çantasını arayan, dua eden, ağlayan veya olayın fotoğrafını çekmeye çalışan travma kurbanlarının davranışları da buna örnek olarak verilebilir. Kaptanoğlu felaketi izleyenlerin de kurban, mağdur olduğunu yineliyor. Ona göre izleyen, bakan, dikizleyen etkin olan. Çünkü dikizlenenin tersine kontrol onda, bu duygu da benliklerimizin körü körüne inanmak istediği fakat hayatın hep yalanladığı bir insanlık hali. Bu, arenada aslanlara atılan insanların dehşetini veya bir cinayetin MOBESE kayıtlarını izlemekten, felaket yerlerini rehber eşliğinde gezmekten farklı değil. Kaptanoğlu insanoğlunun yaşadığı bu amansız çelişkiyi “Ruhumuzun derinliklerinde ölümcül bir dehşetin tekinsiz izleri var. Bir başkası bu tekinsiz dehşeti yaşarken merakla dikizlemek, kendi insani varoluşsal dehşetimiz üzerinde denetim kurma arzusundan fazlası değil” diye özetliyor. Elbette bunu aktaran medyaya da eleştirileri var Kaptanoğlu’nun: “Medya, sert ve acımasız. Medyatik oyunlarla bir hiper gerçeklik üretiyor. Bu uysallaştırılmış bir gerçeklik. Yani travmatik olayın kurgusal bir versiyonu. Medya, kurgularken kesip yapıştırır. Travmatik olay üzerinde ona yazdığı öykü ile denetim kurar. İzleyiciyi, çocuklarını ekrandan uzaklaştırması, gözlerini kapaması için uyarır, dehşeti izlenebilir kılar”.
İşte seyirlik felaketlerin çekiciliğini böyle anlatıyor bilim insanları. Hepimiz felaket turistlerine dönüşürken, kendimizi korumak adına eylem reflekslerimizi de köreltiyoruz. Peki ya hızla artan bu açlık nasıl dindirilir? Ya dindirilemezse? Buna kafa yormak gerekli. Zira roller her an değişebilir.
En Çok Okunan Haberler
- Son anket: AKP eridi, fark kapanıyor
- Adliyede silahlı saldırı: Ölü ve yaralılar var!
- Türkiye'nin 'konumu' hakkında açıklama
- Ayşenur Arslan’ın Colani ile ilişkisi
- Serdar Ortaç: 'Ölmek istiyorum'
- Hatay’da yaşayan Alevi yurttaşlar kaygılı
- Kalın Colani'nin yolcusu!
- NATO Genel Sekreteri'nden tedirgin eden açıklama
- Türkiye'den Şam Büyükelçiliği'ne atama!
- İmamoğlu'ndan 'Suriyeliler' açıklaması