Kaftancıoğlu:  ‘Siyasetin görevi, herkes için ve herkese ait yeni bir kamusallık inşa etmektir’

CHP İstanbul İl Başkanı Canan Kaftancıoğlu, Cumhuriyet’e yazdı.

Yayınlanma: 18.07.2020 - 06:00
Kaftancıoğlu:  ‘Siyasetin görevi, herkes için ve herkese ait yeni bir kamusallık inşa etmektir’
Abone Ol google-news

‘Adalet yoksa barış da yok’ Afrika kökenli Amerikalı George Floyd’un polis şiddetiyle acımasızca öldürülmesinin ardından patlak veren gösterilerde atılan bu slogan, yaşlı gezegenimizin mevcut durumunu özetlerken ihtiyacın kendisini de olanca çıplaklığıyla ortaya koymuş oldu.

Mevcut yasalar ne derse desin, gerçek hayatta işleyiş beyaz adamın çıkarlarına göreydi ve o çıkarlar söz konusu siyah yurttaş olduğunda dışlayan bir pratiğin hemen her gün eşitsizlik ve adaletsizlik üreten bir şekilde tamamlanması anlamına geliyordu.

Siyahi yurttaşların isyanı bunaydı, ayrımcılığın olmadığı “herkese ait” bir kamusallık talebi bu gerçeklikten deviniyordu. İnsanlık, yüzlerce yıl en temel meselelerini güç kullanarak, kamu adına devlete el koyarak ve devleti kamu adına savaşa sürükleyerek çözmeye çalıştı. Bu, gerçekte insanlığın değil, azınlık yönetimlerinin kazandığı bir savaştı, sürdürülebilir değildi.

Önce aristokrasinin dışladığı burjuvalar, ardından onların dışladığı işçiler, ardından hepsinin birden yok saydığı kadınlar ve ardından zengin Batı’nın yok saydığı “Üçüncü Dünya”, eşitlikçi bir kamusallık için harekete geçtiler. Bir “haysiyet rejimi” olarak kendisini ortaya koyan demokrasi, liberalizmle birlikte hızla altta kalanın canı çıksın rejimi haline geldi. Liberalizmde “köprü altında donarak ölme özgürlüğümüz” vardı.

Ülkemiz de benzer konumdaki ülkeler gibi ahbapçavuş kapitalizminin yıkıcılığından nasibini aldı. Yoksul daha yoksul oldu, işsizlik arttı, ahlaki çöküntü katmerleşerek yoğunlaştı. Siyasal İslamcı iktidarla birlikte ekmek daha da küçülürken insanlarımızın gelecekle ilgili beklentileri ipotek altına alınarak karartıldı.


Bu böyle gitmeyecek. İşçilerin, işsizlerin, güvencesizlerin sahipsiz hissetmedikleri bir Cumhuriyet inşa edeceğiz. Bu ülkeyi “yandaş müteahhitler cumhuriyeti” olmaktan çıkaracağız. Şimdi İstanbul’dan başlattığımız iktidar yürüyüşünü merkezi iktidarı alarak taçlandırmanın vaktidir.


Hayallerimiz var. Demokratik bir anayasa yaparak güçlendirilmiş parlamenter sistemi kurmayı elbette istiyoruz ama hayallerimiz bunun da ötesini; refahın hakça bölüşüldüğü, kalıcı barışın tesis edildiği, hiç kimsenin siyasi görüşü, etnik kökeni, dini inancı nedeniyle dışlanmadığı bir kamusallığı işaret ediyor

Kamu ile kendisini özdeşleştiren devlet, sağcı anlayışların elinde belli bir sınıfın çıkarlarını koruyup kollayan bir aygıta dönüştü. Bu ayrımcılığa karşılık sol; hedefi tam istihdam olan, üretici güçleri önceleyen ve refah devleti yoluyla sosyal adaleti inşa etmeyi gözeten bir siyaset anlayışını savundu.

J.J. Rousseau’nun “Kimsenin kendisini satacak kadar yoksul olmadığı, kimsenin de başkasını satın alacak kadar zengin olmadığı” sözlerinden esin alan başka bir dünya hayaliydi bu. Sovyetler Birliği’nin öncülük ettiği sosyalist blok çökünce neo-liberal efendiler, “Komünizm tehdidi bittiğine göre artık refah devletine de katlanmak zorunda değiliz” diyerek söz konusu hayalin gelişme dinamikleri önüne set çektiler.

Böylece hiçbir zaman samimiyetle inanmadıkları “herkes için ve herkese ait” bir eşitlik ve adalet fikrini de rafa kaldırmış oldular.

NEO-LİBERAL SALDIRI VE ‘BENCİLLİK ÇAĞI’

Neo-liberal saldırıyla birlikte “bencillik çağı” alıp yürüdü. Kamu ahlakı ve anlayışına büyük bir saldırı başladı. Refah devletinin, kamuculuğun himayesini yitiren insanlar, doğuştan getirdikleri kimliklerine, kendi cemaatlerine sığındılar. Yalnızlaştılar.

Sözgelimi Yugoslavya’da, beraber kurtuluş mücadelesi yürüttükleri farklı etnik kökenden komşularıyla birbirlerini boğazlar hale geldiler. “Bencillik çağı”nın “barbarlık çağı”na dönüşmesi kaçınılmazdı.

İnsanlar açlıklarının hesabını asıl sorumlularından sormaz oldular. Yapısal, sınıfsal meselelerin kökenlerine bakacaklarına, kültürel görüntülere ve sonuçlarına odaklandılar. II. Dünya Savaşı’ndan sonra sömürgecilikten kurtularak yeni uluslarının inşasına soyunan yoksul “Üçüncü Dünya” da kimlikler üzerinden bölündü.

Servetin giderek daha az sayıda insan ve şirket elinde toplanmasının üstü milliyetçi, etnik ve mezhepçi savaşlarla örtüldü. İçe kapanan, kapsayıcı bir kamusallıktan uzaklaşan birçok ülkede bencil savunma refleksleri sağ popülist siyasetçileri iktidara getirdi. Bugün dünyayı gerçekte kendilerinden başka kimseyi umursamayan bir “benciller iktidarı” yönetiyor. Bencillik çağının tahribatını benciller ittifakı çözebilir mi?

Celladına gülümsemekten başka bir şey değildir bu. Sağ popülist siyasetçiler, dün olduğu gibi bugün de asli failleri gizleyerek giderek derinleşen sorunların sorumlusu olarak göçmenleri, “marjinalleri”, farklı kültür ve inançlara sahip azınlıkları gösteriyor, onları hedef haline getiriyor.

DAHA FAZLA GÜVENLİK DEĞİL, SOSYAL GÜVENLİK

Daha fazla “Milli Güvenlik Devleti” istiyorlar. Özgürlüklerimizi adım adım kırparak, ahbap-çavuş kapitalizmini eleştirme ve dönüştürme mekanizmalarımızı yok etmeye çalışıyorlar. Buna yanıtımız, tüm gezegende daha fazla “Sosyal Güvenlik Devleti” olmalıdır.

Pandemi süreci, tüm bu çarpıklıkları ve artık sürdürülemez olan düzeni teşhir etti. Kral her zamankinden daha da çıplak. İnsanlar ne sağlığa erişimde ne de hastalığa karşı alınacak önlemlerde eşit olmadıklarını gördüler.

Hastalığın şahvezir, bakan-başbakan, zengin-fakir herkesi eşitlediği, hiç kimseyi ayırmadığı görüşünün koca bir yalan olduğu ortaya çıktı. Amerika’da en çok siyahlar ölüyordu, çünkü beyaz Amerikalılara kıyasla daha yoksuldular. Avrupa’da yaşlılar.

Türkiye’de emeği ile geçinmek zorunda olanlar sanki efsunlu bir koruyuculuk zırhına sahiplermiş gibi zerrece sağlıkları umursanmadan iş hayatının siperlerine sürüldüklerini gördüler.

Nasıl demişti Nâzım Usta, “Ölüme Dair” adlı şiirinde:

Bir eski Acem şairi:

“Ölüm âdildir” - diyor,-

“aynı haşmetle vurur şahı fakiri.”

Hâşim,

neden şaşıyorsunuz?

Hiç duymadınız mıydı kardeşim, herhangi bir şahın bir gemi ambarında bir kömür küfesiyle öldüğünü?...

Çok açık. Ölümün adil olması için hayatın da adil olması gerekiyor, hayatın adil olması için kamusallığın herkesi içermesi, sağlık, eğitim, barınma gibi temel hakların herkes için olması gerekiyor.

ASLİ GÖREVİMİZ YENİ BİR KAMUSALLIĞIN İNŞASIDIR

Akli olanla kalbi olanı buluşturabilen sol demokratların, yıllardır savundukları sosyal güvenlik devletinin, nitelikli ama parasız eğitim ve sağlığın, temiz ve güvenli gıdanın ne denli yaşamsal olduğu bugün çok daha açık biçimde ortaya çıkmıştır.

Cumhuriyet, bir köy çocuğunun cumhurbaşkanı olabilmesine imkân tanıyan rejimin adıdır. Cumhuriyet fikrinin içerdiği kamusallık, doğuştan getirilen ayrıcalıkları reddeder, bireyi toplumsal yarar ilişkisini gözeten bir yurttaş olarak tarif eder.

Kamuculuk aynı zamanda bireyin kendi mutluluk yolunu çizerken topluma katkı sunmayı da bir görev olarak görmesidir. Toplumsal refah ve huzurla, bireysel özlemlerin çelişmesi gerekmez. Bunlar birbirlerinin tamamlayıcısı olabilir.

Sözgelimi bir devlet üniversitesi kendiliğinden kamu üniversitesi değildir. Eğer tüm kamuya, ayrımsız toplumun tüm kesimlerine açıksa ve özel çıkarlar yerine tüm kamu için bilgi üretiyorsa işte o zaman “kamusal” bir nitelik kazanır. Ve elbette kamunun en az yarısı kadınlardır. Onların siyasetten istihdama her alanda etkin olmalarının önünü açmak da kamusal yeniden inşanın olmazsa olmazıdır.

OTORİTERLEŞMENİN EKONOMİ POLİTİĞİ

Ülkemiz de benzer konumdaki ülkeler gibi ahbap-çavuş kapitalizminin yıkıcılığından nasibini aldı. Tüm dünyada kamusal ahlaka ve kamusal insana yönelik saldırı, bizim coğrafyamızı da tarumar etti. Üstelik ahbap-çavuş kapitalizmine İslamcılık üzerinden taze kan sunanlar mevcut düzeni daha eşitsiz, daha baskıcı ve daha adaletsiz bir rejim haline getirdiler.

Kul hakkını dilinden düşürmeyenlerin iktidarında; zenginlere yeni yandaş zenginler eklendi, yoksul daha yoksul oldu, işsizlik arttı, ahlaki çöküntü katmerleşerek yoğunlaştı. Siyasal İslamcı iktidarla birlikte ekmek daha da küçülürken insanlarımızın gelecekle ilgili beklentileri ipotek altına alınarak karartıldı.

2018 yılının TÜİK verilerine göre Türkiye’de, en yüksek gelire sahip yüzde 20’lik grubun toplam gelirden aldığı pay yüzde 47.6’ya ulaştı. En düşük gelire sahip yüzde 20’lik grubun aldığı pay ise yüzde 6.1’e geriledi.

Toplumun en zengin yüzde 20’sinin gelirinin, en yoksul yüzde 20’sinin gelirine oranı 7.5’ten 7.8’e çıktı. Birilerinin servetlerini katladıkları, diğerlerinin ise daha da yoksullaştıkları bir düzen, ancak cebirle ve korku salarak sürdürülebilirdi. Başkanlık rejimi, OHAL’ler, KHK’ler bunun için getirildi.

EKMEK VE GÜL HAKKI İÇİN

Bu böyle gitmeyecek fakat. Bu topraklarda kök salmış olan aydınlık birikim, kendisini yeni bir kamusallık üzerinden inşa ederek dayatılan karanlığın üstesinden gelecek. İşçilerin, işsizlerin, güvencesizlerin sahipsiz hissetmedikleri bir Cumhuriyet inşa edeceğiz. Bu ülkeyi “yandaş müteahhitler cumhuriyeti” olmaktan çıkaracağız.

Yüzde 25’lerin üzerine çıkan genç işsizliğini azaltmak, kadınların çalışma hayatındaki oranlarını yüzde 32’lerin çok çok üzerine çıkarmak boynumuzun borcudur. Ekmek kadar gül de önemli. Hem müreffeh hem özgür kuşaklar ortaya çıkabilsinler, çocuklarımız bizden çok daha iyi yaşayabilsinler diye siyaset yapıyoruz.

Örgütlenmeye, örgütlü gücün dönüştürücülüğüne inanıyoruz. Sorunlarımızı yok saymayacak kadar gerçekçiyiz. Yine de umutlanmamız için nedenlerimiz var. Mevcut otoriterleşmeye rağmen, benzer ülkelere göre çok daha diri ve yaratıcı bir muhalefet söz konusu. Giderek daha da bilinçlenen, örgütlenen ve öğrenen bir sivil muhalefet.

İstanbul seçimlerini anımsayalım: Eşitsiz koşullarda ve haksız biçimde tekrarlanan bu seçimlerde elde edilen zaferin küresel düzlemde sağ popülizme karşı verilen mücadelelere ilham verici pek çok özelliği var.

İstanbul seçimlerindeki ittifak, Avrupa’da otoriter rejimlerin olduğu bazı ülkelerdeki seçimlerde muhalefet partilerine model oldu. Şimdi İstanbul’dan başlattığımız iktidar yürüyüşünü merkezi iktidarı alarak taçlandırmanın vaktidir. Bu bir rövanş değil. Ödediğimiz bedeller kişisel ikbal için hiç değil.

Derdimiz tasamız eşitlikçi, özgürlükçü bir hayat. Hayallerimiz var. Demokratik bir anayasa yaparak güçlendirilmiş parlamenter sistemi kurmayı elbette istiyoruz ama hayallerimiz bunun da ötesini; refahın hakça bölüşüldüğü, kalıcı barışın tesis edildiği, hiç kimsenin siyasi görüşü, etnik kökeni, dini inancı nedeniyle dışlanmadığı bir kamusallığı işaret ediyor. Muktedirlerin kamusu değil, ayrımsız herkesi kapsayan, koruyan bir kamu.

Eşitlik, özgürlük ve adalet üzerinde serpilip gelişen yeni bir hayat, yeni bir kamusallık. Kula kulluk etmeyen, onurlu çocukların omuzları üzerinde yükselen bir ülke. “Biz mevsiminin” yaşanacağı bizim ülkemiz. Budur ol hikâyet, budur bizim büyük hakikatımız!


Cumhuriyet Tatil Otel Rezervasyon

En Çok Okunan Haberler