Kayıp aranıyor (07.02.2013)
Enis Batur’un son yapıtlarından Rakım Sıfır bir tür “kayıplar kitabı”. Yazar yok olanları, gözden silinenleri, tarihin ve bireylerin bilinçaltına itilenleri titizlikle bulup geri getiriyor. Sonuç karmaşık, derin, okurun üzerinde iz bırakan bir kitap.
Enis Batur’un geçtiğimiz yılın sonunda yayımladığı Rakım Sıfır “İmgelem Alıştırmaları 2008-2012” altbaşlığını taşıyor. İmgelem nedir? Dünyanın madde değil mana olduğunun ve her şeyin bir anlamı bulunduğunun görülmesi ve gösterilmesi, gizli olanın açığa çıkartılması, görünmeyenin görünür kılınması, bir anlamda yok olanın var edilmesi. Coleridge’in, imgelemi “Sonsuz ‘BEN’deki ebedi yaratış eyleminin sınırlı usda bir tekrarı” olarak tanımlaması bundan. Sonsuz BEN’in yani Tanrı’nın gerçekleştirdiği yaratış ise temelde karaları ve hayatı denizlerin derinliklerinden yüzeye çıkartması. Tevrat’ta denildiği gibi, “Tanrı’nın Ruhu suların yüzü üzerinde hareket ediyordu... ve Tanrı dedi: Gök altındaki sular bir yerde biriksin ve kuru toprak görünsün ve öyle oldu”. İmgelem söz konusu olduğunda her şeyin başladığı noktadayız: Rakım Sıfır.
Batur’un izini sürdüğü, aralarındaki ilişkileri deştiği, “su üstüne çıkarttığı” kaybolanlar Ege’nin göç et(tiril)miş mübadil Rumlarıyla başlıyor. Oradan, bir zamanlar yalnız Tuna’nın ortasında gerçek bir ada değil aynı zamanda da Balkanlar’ın Slav denizinin ortasında bir Türk kültürü adası olan, ama Demirkapı barajının inşa edilmesiyle sulara gömülen Adakale’ye götürülüyoruz. Bunu nöropsikiyatri tarihinden derlenmiş biri dizi hatırlama ve unutma bozukluğu olgusunun yer aldığı “Muamma Eşikleri” adlı bölüm izliyor, sonra da Batur hiçbir şeyi unutmayan hastaların durumunun da her şeyi unutanlarınki kadar dayanılmaz olduğunun altını çizip (“Silemeyen bir bellek acıları, korkuları, suçlulukları biriktirir... kişiyi uyutmaz, örseler”) “Sığınak”a geçiyor. Bu defa anlatılan, Batur’un yatılı okul yıllarında hafta sonlarını evinde geçirdiği akrabası Sezai Bey’in sonradan dağılıp yok olan ailesinin yalın ve korkunç hikâyesi.
Bütün bunlardan sonra “Tolstoy’un Son Yolculuğu” gibi bir bölüm başlığıyla karşılaşmak ilkin okuru şaşırtıyor. Seksen iki yaşında evini ve eşini terk edip yollara düşen, ama çok geçmeden hastalanıp Astapovo’daki istasyon şefinin evine sığınan Tolstoy’un Çarın ve kilisenin temsilcileri, polis, gazeteciler, film kameraları ve büyük bir meraklı kitlesi tarafından her dakikası dikkatle izlenen son günlerinin herhangi bir gizli, kayıp, unutulmuş yanının olabileceğine inanmak zor. Dahası, Tolstoy’un fazlasıyla açık ve deyiş yerindeyse “yüzeyde” olduğu izlenimini verdiği tek bağlam da bu değil. Bazı okurların Tolstoy’la yaşadığı sorun tam da romancının hayatına ve sanatına yön veren, geri planda gizlenmiş bir öğenin olmadığı kuşkusundan kaynaklanmıyor mu?
YERİNDE BİR SAPTAMA
Batur neredeyse konuya girer girmez kendisinin de yazar olarak da insan olarak da Tolstoy’a ısınamayan okurlardan olduğunu itiraf ediyor ve daha ileri bir aşamada da bunun açıklamasını sunuyor:
Tolstoy’a yakınlık duymayışımın nedeni, edebiyatın ona yetmemiş olmasıyla açıklanabilir sanırım: Hem de düşünür, kılavuz, guru, bilge, yalvaç kesilmek istemişti.
Bence bu yerinde bir saptama, ama biraz açılması gerek. İstiridye inciyi içine sızıp onu rahatsız eden bir kum tanesini kuşatıp yok etmek için üretir. Tolstoy’un durumunda hiç kimse incinin büyüklüğünü de parlaklığını da yadsıyamaz, ama istiridyeyi rahatsız eden kum tanesi nerede? Yazarın kendisi, “Anna Karenina’nın tarihte yazılmış en büyük roman olduğunu biliyorum, ama bunun ne önemi var?” demişti. Belli bir tür okur da, Anna Karenina’nın tarihte yazılmış en “büyük” değilse de en usta işi roman, Tolstoy’un da gelmiş geçmiş en yetenekli romancı olduğunu rahatlıkla teslim etmesine rağmen, bir şeylerin gene de eksik kaldığını ve bilgeliğin, kılavuzluğun, dünyayı kurtaracak reçetelerin bu eksiği kapatmak için dışarıdan eklendiği duymadan edemiyor. Ama bu bölümde didiklenen “görünmeyen” gerçekte Tolstoy’la değil Batur’la ilgili. Batur Doğu-Batı Dîvanı için yazmak istediği, Tolstoy’un son günleri hakkındaki şiiri neden yazamayıp kitabını onsuz kurduğunu açıklamaya çalışırken, dolaylı olarak, o ünlü “Niçin yazıyoruz?” sorusuna verilebilecek en dikkat çekici cevaplardan birini de vermiş oluyor: Yazamadıklarımızı gizlemek için.
“Büyük Kitap”ta Batur’un yazılmayan şiiri yerini Bilge Karasu’nun yazılmayan başyapıtına bırakıyor. Karasu’nun kafasına girdiği belirtilen “tanınma sorunu”nda Keats’in ölüm döşeğinde söylediği “Adım su üstünde yazılı” sözünü çağrıştıran bir yan yok değil. Su motifinin giderek belirginleştiği bir çizgide Batur da bakışını yavaşça batıklara, batmakta olan Venedik’e ve suda ya da toplama kamplarının gaz odalarında boğulanlara çeviriyor.
Bu kadarı Rakım Sıfır’ın kolay kolay unutulmamasını sağlamaya yeterdi, ama kitabın bir de alabildiğine çarpıcı bir giriş bölümüyle bir son bölümü var. Bunların ilki “Atlıkarınca”, yukarıda değindiğim bölümlerin aksine, deneme değil gezi türünde. Ama “can yoldaşı”yla birlikte Avrupa’da yaptıkları bir yolculuk bağlamında kendini, yersiz yurtsuz bir şekilde panayırdan panayıra gezerken bir yandan da aynı saplantıların çevresinde dönen bir atlıkarınca olarak çizen Batur hem içinin derinliklerinde yatan adamı bulup çıkarıyor, hem de değişik ayrıntılarda hep aynı temaları yakalayacak olan kitabının haberciliğini yapıyor.
KUSURSUZ BİR SON
Kitabın son sayfaları ise, Batur’un kendisinin de belirttiği gibi, bir tür “İçindekiler” bölümü. Ama kitaptaki bölümlerin her birinin adı ayrı bir satırda yer alacağına ayrı bir sol sayfada yer alıyor, buna eşlik eden sağ sayfada da o bölüme ilişkin fotoğraflar duruyor. Ayrıca, her bölümün adının üstünde yukarı dönük bir ok Batur’un o bölümü yazarken esinlendiği, başka yazarlara ait yapıtların bir listesini gösterirken, altında da aşağı dönük bir ok Batur’un aynı konuları işleyen kendi yapıtlarının bir listesini gösteriyor. Bir yandan bu listeler Rakım Sıfır’ın sulardan çıkıp göze görünmesini sağladığı takımadalar gibi, bir yandan da kitabın kendisinin bir metinlerarası ilişkiler denizine gömülmekte olduğu izlenimi var. İlk defa olarak, yüzeye çıkılan noktayla batmaya başlanan noktanın aynı olduğunu, her şeyin, sıfırda doğduğu gibi, gene sıfırda bittiğini duyuyoruz. Nasıl ilk bölüm kusursuz bir girişse, bu bölüm de kusursuz bir son.
Batur, kitabını bitirdiğinde “Kim neden okuyacak bunu?” sorusuyla birlikte içine çöken kasvetten de söz ediyor. Bu ne yazık ki yersiz bir endişe değil. Gezi, anı, deneme gibi türlere anavatanları olan Batı’da bile yeterince değer verildiği söylenemez; Türkiye’de ise yıllarca düpedüz “edebiyat dışı” olarak nitelendirildikten sonra ancak “kurmaca dışı”lığa terfi edebilmiş durumdalar. Rakım Sıfır da büyük olasılıkla, gerçek bir sanat yapıtı olarak görülmeyeceği için, hak ettiği sayıda okur bulamayacak, ama tabii çoğu şiirden daha şiirsel, çoğu romandan da daha yaratıcı ve zenginleştirici olmaya devam edecek.
Batur’un Karasu’yla ilgili olarak gündeme getirdiği başyapıt konusu burada kaçınılmaz olarak gene devreye giriyor. Pek az insan Batur kadar üretken bir yazarın kaleminden çıkan her şeyi okumuş olabilir. Ben de okumuş değilim, ama okuduklarım arasında Doğu-Batı Dîvanı ile Acı Bilgi gözüme hep iki başyapıt adayı gibi görünmüştür. Şimdi bunlara bir de Rakım Sıfır’ı eklemenin aşırı olmayacağını düşünüyorum. Nabokov başyapıtların “bodrumdaki kalorifer kazanı” olduğunu, yazarın ne zaman istese böyle bir kitabın aleviyle ısınabileceğini söyler. Ben bunları yazarken İngiltere’yi ağır ağır kar örtmekte. Önümüz yalnız şimdi değil her zaman kış ve hava her zaman soğuk: hepimiz Rakım Sıfır’la biraz ısınabiliriz. ■
Rakım Sıfır/ Enis Batur/ Kırmızı Kedi/ 291 s.
En Çok Okunan Haberler
- Son anket: AKP eridi, fark kapanıyor
- Adliyede silahlı saldırı: Ölü ve yaralılar var!
- Ayşenur Arslan’ın Colani ile ilişkisi
- Serdar Ortaç: 'Ölmek istiyorum'
- Hatay’da yaşayan Alevi yurttaşlar kaygılı
- Köfteci Yusuf'tan gıda skandalı sonrası yeni hamle
- NATO Genel Sekreteri'nden tedirgin eden açıklama
- İBB'den 'Pınar Aydınlar' açıklaması: Tasvip etmiyoruz
- İmamoğlu'ndan 'Suriyeliler' açıklaması
- Edirne'de korkunç kaza