Murat Gülsoy'dan 'Öyle Güzel Bir Yer ki'
Murat Gülsoy’un yeni romanı “Öyle Güzel Bir Yer ki”; geçmişin, günü ve geleceği nasıl inşa ettiğini anlatan bir roman. Fırtınalı bir gecede romanın kahramanı Kerem'in dükkânında bir araya gelen eski lise arkadaşları, geçmişe doğru karanlık bir yolculuğa çıkar. Bu yolculukta ise sadece Kerem ve arkadaşlarının değil, değişen bir toplumun da izleri sürülür. Gülsoy’la yeni romanını konuştuk.
‘Edebiyat devasa bir saray gibidir’
- Üretken bir yazarsınız. Araya çok zaman koymadan yayımlıyorsunuz kaleminizden çıkanları. Bu verim yoğunluğunu da tekrara düşmeden gerçekleştiriyorsunuz. Açıkçası zor... Nasıl başa çıkıyorsunuz bununla?
- Asıl başa çıkması zor olan yazmadığım dönemler. Yazmak hayatımın her anında zihnimin içinde, gündemimde... Kaldı ki iki yıla yakın bir zamanda bir roman yayımlamak bence normal. Tekrara düşmemenin tek yolu tekrara düşmekten korkmamak.
- Sadece yazmayı, değil yazmak üzerine düşünmeyi de sevdiğinizi biliyoruz. Az önceki sorunun cevabına katkı sunabilir miyiz bu özelliğinizle?
- Yazmak yaşamımın büyük bir alanını kaplıyor. Sadece okuyup yazmıyorum aynı zamanda yıllardır yaratıcı yazarlık atölyeleri yürütüyorum. Bu da beni sürekli olarak edebiyat üretiminin içinde tutuyor. Atölyede okunan her öykü ve roman için alternatif yazma, anlatma, gösterme biçimleri düşünmek bana çok iyi geliyor.
- Her kitabınızda farklı anlatım olanakları üzerinden gitmeye çabalamanızı "deneysel edebiyat" gibi bir sınıflandırmaya sokmak mümkün mü? Yoksa böyle bir sınıflandırmanın yersiz olduğunu, her yazarın bu "deney dünyası" içinde olması gerektiğini mi düşünüyorsunuz?
- Her roman, her öykü benim için farklı bir deneyim oluyor. Farklı konular, türler, anlatım biçimlerini araştırmak bana heyecan veriyor. Her yazarın ya da yazmakla uğraşan herkesin yolu, yordamı farklı olabilir. Edebiyat devasa bir saray gibidir, içeri girmek için size uygun olan kapıyı bulmanız zaman alabilir. Kafka’nın Dava’sında olduğu gibi herkes için aslında özel bir kapı vardır, yani hepimiz farklı yollardan girebiliriz oraya. Benim için başlangıçtan beri önemli olan kurmaca sanatların, hikâye anlatan yapıların, öykülerin, romanların biçimlerinin insan zihninin çalışmasıyla ve insan psikolojisiyle bağlarıydı. Bu kimi zaman doğrudan zihinsel süreçlere odaklanmama neden oluyor, kimi zaman da romanın mimari yapısı üzerinde deneyler yapmama… Amacım aslında hiç değişmiyor: farklı hikâye anlatma yollarını bulmak. Çünkü dünya anlattığımız yerdir. Anlatamadığımız her an dünyanın dışına düşeriz, yokluğun karanlığına karışırız. Anlatarak yaşadıklarımızı anlarız. Anlatarak kendimizi ve başkasını tanırız. Tabii her anlatma eylemi kendine özgü sınırlar ve sorunlar içerir. Anlatarak yanılsamaların da içine düşeriz. Bence edebiyat ile yapılan tüm bu araştırmaların, deneylerin, biçimsel arayışların en değerli yanı bu sınırları zorlamamızı ve sorunları daha iyi fark etmemizi sağlıyor oluşudur.
“GELECEĞİN GEÇMİŞTEN DAHA İYİ OLACAĞINI SANIYORDUM”
- Yeni kitaba gelelim... Sizin için nasıl geçmiş bir sürecin romanı Öyle Güzel Bir Yer ki?
- Son iki yıl sürekli içinde dolaştığım bir roman oldu bu. Kerem’in eskici dükkânında yağmurlu bir gece, güneyde bir butik otel, Gezi Parkı’nda bir akşamüzeri, hastanede geçen bir akşam ve yıkılmakta olan bir apartman… Mekanın git gide önem kazandığı, hatta zamanı kırdığı, çoğalttığı bir süreç oldu. Şunu anladım yazarken: bir yerlerde bir şeyler yaşıyoruz ama o yaşantı asla yaşandığı anla sınırlı kalmıyor, zihnimizin içinde çoğalıyor, başka yaşanan anlarla kesişiyor, şekli değişiyor, hayatımız dediğimiz o akışkan ve canlı şeyi oluşturuyor.
- Yazarken kafanızda dönüp duran baskın mesele ya da meseleler neydi?
- Birçok mesele bir arada yürüdü. Bir tarafta aşk gibi, cinsellik gibi insanları birbirine bağlayan ama aynı anda tahrip eden güçlü duygular vardı. Öte yandan insanlar arasındaki güç ilişkileri, cinsiyet, sınıf ya da kültür üzerinden kurulan denklemler… Yaşlılık ve ölüm gibi kadim meselelerin gölgesi de hep üzerine düştü romanın.
- "Bıktım artık. Yüreğim ağzımda yaşamaktan bunaldım. Bir yer olsa, çekip gitsem... Ama yok. Yok. Dünya küçüldü, küçüldü... üzerinde duracak yer kalmadı sanki." Bunları söyleyen kahramanlarınızdan biri. Bu sıkışmışlık duygusundan da bahsedelim derim; çünkü sadece kahramanınızın ruh hâli hakkında değil romanın genel atmosferi üzerine de çözümleyici olacak diye düşünüyorum...
- Romanın genel atmosferi bugün içinde yaşadığımız dönemi, en azından belli kesimler için büyük ölçüde yansıtıyor sanıyorum. Sıkışmışlık bence yaşadığımız çağın genel duygusu. Sürekli içinde yaşadığımız çemberin daraldığını, özgürlüklerimizin git gide daha da kısıtlandığını hissediyoruz. Bu sadece gündelik siyasi olaylarla sınırlı değil. Doğayla, dünyayla kurduğumuz ilişkide de bu var. İnsanların kendi mikro çevrelerinde yaşadıkları ilişkilerle de var. Sürekli tehdit altında günümüz insanı. Terör, küresel iklim değişikliği, ekonomik krizler, demokrasi karşıtı söylemlerin yükselişi… Bu her zaman böyle değildi kuşkusuz. Örneğin 1960’lar tüm dünyada özgürleşmenin yükselişe geçtiği iyimser yıllardı. Şu anda tüm dünyanın daha karamsar bir yer hâline geldiğini düşünüyorum. Ama bir yandan da bu düşüncemin içinde bulunduğum orta yaşla ilgili bir durum olacağını da hesaba katmam gerektiği aklıma geliyor. Sonuçta 1980’lerde ilk gençliğimi yaşarken de ülkemizde ve dünyada işler hiç parlak değildi ama ben umutluydum, geleceğin geçmişten daha iyi olacağını sanıyordum. Sonuçta bu bir roman ve elbette yazanın ruh durumunu yansıtıyor.
“BAŞKALARINDA KENDİMİZİ, KENDİMİZDE BAŞKALARINI BULURUZ”
- Bugün yayımlanan pek çok romanda toplumsal yansımalar çıkıyor karşımıza. Öyle Güzel Bir Yer ki de bunlardan uzak değil. Sirenler, siren seslerinin ardından darbe mi yoksa terör saldırısı mı olduğu korkusu... Aynı şekilde kentsel dönüşümün de romana sızması... Bu paralelde bugünün siyasi ve toplumsal sıkıntıları, yazı hikâyenizi, yazma hâlinizi nasıl etkiliyor?
- Bu sorunun cevabını az önce verdiğimi düşünüyorum. Ama şöyle bir ek yapabilirim. Hep kendime şunu telkin ediyorum: Mesafe almalıyım, gündelik olanın romana sızabilir ama romanı belirlememeli. Gündelik olanın dışına çıkabilmeliyim. Her şeyden önemlisi, dünyada ve ülkede korkunç şeyler yaşanırken bile ben masamın başına dönmeli ve kurduğum dünyaya, romanıma hizmet etmeliyim. Ancak bu şekilde direnmiş olabilirim. Çünkü zaman geçiyor yazı kalıyor. Yaşayan karakterler yaratmak istiyorum. Onlar arzulardan, korkulardan ve kaygılardan oluşuyor. Hepimiz gibi…
- Romana ciddi biçimde yansıyan, çevremizde de sıkça gördüğümüz “Terk edelim ülkeyi!” mantığı da bunun güzel bir örneği gibi... Ne dersiniz?
- 1980’lerde üniversitede okurken de benzer bir hava vardı. Sınıf arkadaşlarımın sanırım yarıya yakını gitti, hâlen de yurtdışında yaşıyor. O zaman da garip bir şekilde burada kalmaya kararlıydım. Hatta bir doktora bursu almıştım, ikilemde kaldım, gidebilirdim, belki mantıklı olan karar buydu ama cesaret edemedim sanırım. Bu biraz karakter meselesi. Belki de edebiyatla uğraştığım için. Edebiyat dille yapılan bir sanat. Hangi dilde yazıyorsanız o dilin içinde kök salıyorsunuz. Bu cümleyi “sıkışıp kalıyorsunuz” diye okumak da mümkün tabii.
- Geçmişin, insanların geleceğini nasıl her an inşa etmekte olduğunu üzerine düşünen bir roman Öyle Güzel Bir Yer ki... Kahramanınız Kerem de bunun kanlı canlı hâli olarak karşımızda. Bir eskici çocuğu olarak geçmişteki tüm küçümsenmişliklerini hâlâ taşıyor. Özellikle çocukluk ve ilkgençlik zamanlarına ait yaralar neden bu kadar canlı kalıyor sizce?
- Nasıl kalmasın ki? İnsanın hayatım dediği şey geçmişten ibaret. Attığımız her adım geçmişte şekillenmeye başlıyor. Yaşadığımız tüm iyi ve kötü olaylar bizi biz yapıyor. İnsan her zaman yaralıdır. Bence bizi diğer canlılardan ayıran en büyük özellik bu, yaralıyız ve bunu biliyoruz. Yaşamak dediğimiz acıyla başa çıkma mücadelesi. Kimi zaman yok sayarak, kimi zaman dişimizi sıkarak, kimi zaman başkalarına sarılarak, kimi zaman da başkalarının üzerine basarak, onların canını acıtarak ayakta kalmaya çalışıyoruz. İnsanlık durumu bu. Belki romanlar yazarak, okuyarak bir parça da olsa bu hakikati görünür kılıyoruz. Her roman okur için de yeni bir deneyim sunmalı. Okur o romanın ya da öykünün dünyasında karakterle beraber düşünür çoğu zaman, ben olsam ne yapardım, nasıl davranırdım hatta ben nasıl biri olurdum, nasıl biriyim diye… Sonuç? Başkalarında kendimizi, kendimizde başkalarını buluruz.
“YAZDIKLARIM BÜYÜK BİR EVREN OLUŞTURUYOR”
- Göndermesi bol bir metin elimizdeki. Yaşamın içinden manzaralara, kendi yazdıklarınıza, hatta kendinize dahi göndermeler var... Bu bağlamda hangi izleri takip ettiğini de öğrenmek isterim Öyle Güzel Bir Yer ki'nin; yaşamda ve yapıtlarda...
- Daha önce dediğim gibi birçok etki bir araya geldi. Daha önce yazdıklarıma göndermeler var evet, bu git gide yoğunlaşarak varlığını sürdüreceğe benziyor. Yazdıklarımın kendi başına büyük bir evren oluşturduğunu hissediyorum. Orada aslında yazdığım her şey var. Yazacaklarım da bu evrenin içinde bir yer buluyorlar kendilerine ve diğerleriyle ilişkileniyorlar. Öyle Güzel Bir Yer ki bu kesişimlerin bolca ortaya çıktığı bir roman oldu. Ben bu evreni rüya alemime benzetiyorum. Karanlık köşelerini, dar koridorlarını, yüksek göklerini tanıdığım gibi tanıyorum. O anda yazdığım bir romanın içine çok eskiden yazmış olduğum bir karakter ya da mekan girebiliyor. Bazen şöyle düşünüyorum: Sonsuz zamanım olsa ve tüm olası girişimleri yazabilsem. Çünkü bu çok büyüleyici.
- "Gerçeküstü ve fantastik unsurların yazdıklarıma daha çok girmesini istiyorum," demişsiniz bundan çok da uzun sayılmayacak bir zaman önce verdiğiniz söyleşinizde. Yalnızlar İçin Çok Özel Bir Hizmet'te de bunu görmüştük ne ki Öyle Güzel Bir Yer ki sağlam bir gerçeklik temeline oturuyor. Ne belirliyor yazdıklarınızın yolunu? Neyi nasıl yazacağınızı hangi süreçlerden geçerek karar veriyorsunuz?
- Bir bilsem… Her seferinde başka bir yola giriyorum ama sonuçta o yazı evrenimin bir köşesinde buluyorum kendimi. Gerçeküstü, fantastik unsurlar aslında bu romanda da var, belki biraz örtük ama benim için orada. Karanlık köşeleri, benim bile gitmekten çekindiğim yerleri olsun istiyorum yazdıklarımın. Bu nasıl mümkün olabilir? Ancak insan kendini kurmakta olduğu dünyanın ilk ve asıl misafiri yapabilirse… Yani bu insanın kendi üzerinde yaptığı bir deney. Öte yandan yaşadığım hayat var. İniş çıkışlarla, üzüntü ve sevinçlerle, korku ve umutlarla dolu bir hayat. Tüm yaşananlar da bir şekilde sızıyorlar yazının içine. Gerçi yaşananlar yazıldığı an bambaşka şeylere dönüşüyor. Bu ister 1908’de İstanbul’da yaşanmış tarihî olaylar olsun, ister yaşlı bir adamın hiç durmadan kol saatine bakarak ölümü beklediği bir odadaki yalnızlık olsun yazıldığı zaman başkalaşıyor, büyülü bir hâl alıyor, başkalarının zihninde yeniden yaşam buluyor.
- Seval Şahin, özellikle son dönem romanlarında gördüğü “kurgudaki parçalı yapı” üzerinde duruyor kimi yazdıklarında. Öyle Güzel Bir Yer ki de bu yapıda kurulmuş bir roman. Metne, kurguya ne kattığını düşünüyorsunuz bu yapının?
- Bu romanın en heyecan verici tarafı mimarisi benim için. Amacım sadece sahnelerin ve kurgunun parçalanması değildi. Hem mekanlar üzerinde çok farklı bir şekilde çalışmak istiyordum hem de yaşanan anların sürekliliğini resmetmek istiyordum. Bir yandan da okunaklı bir metin olmasını arzu ediyordum. Bu yüzden ortaya böyle bir yapı çıktı.
- Son olarak masada bekleyen işleri de sormak isterim... Neler okuyacağız yakın zamanda sizden? Ya da yeni projeler var mı?
- Yeni projeler hakkında konuşmak için çok erken ne yazık ki… Ben de merak ediyorum doğrusu. Ama henüz Öyle Güzel Bir Yer ki’nin içinden çıkmış değilim.
Öyle Güzel Bir Yer ki / Murat Gülsoy / Can Yayınları / 240 s.
En Çok Okunan Haberler
- Son anket: AKP eridi, fark kapanıyor
- Adliyede silahlı saldırı: Ölü ve yaralılar var!
- Ayşenur Arslan’ın Colani ile ilişkisi
- Serdar Ortaç: 'Ölmek istiyorum'
- Hatay’da yaşayan Alevi yurttaşlar kaygılı
- Köfteci Yusuf'tan gıda skandalı sonrası yeni hamle
- NATO Genel Sekreteri'nden tedirgin eden açıklama
- İBB'den 'Pınar Aydınlar' açıklaması: Tasvip etmiyoruz
- İmamoğlu'ndan 'Suriyeliler' açıklaması
- Edirne'de korkunç kaza