Okumak...
Kendimi bildim bileli okurum. Okurum diyorum. Abur cubur şeyleri değil, okumaya değer olanları adeta ve hâlâ büyük bir açlıkla ortaokul lise yıllarından bu yana okumaktayım. Bazen, daha ne zamana kadar okuyacağım diye düşündüğüm olur. Örneğin bu sabah elimdeki bir kitabı bitirmek üzereyken, yüzünü görmediğim birileri dünyanın en uzak ülkelerinde oturmuş kitaplarını yazıyorlar diye düşündüm. Yazdıkları belki de bana hiç ulaşmayacak ve ben ne yazarın ne yazdıklarının farkında olacağım. Teknoloji istediği kadar harikalar yaratsın bu ulaşma, ya da buluşma diyelim, mümkün görünmüyor. O bilinmez yazar, ya da yazarlar, yazadursunlar bizi de içine alıp sürükleyen zaman, bir başka tarifi ile aslında tükenen ömrümüz yoluna devam ediyor. Geçip gidiyor. Böyle düşününce bazen “Bu saçmalık, okumak denilen şeyin sonu yok. Üstelik her yazılan şeyi okumanın hiç imkânı yok” gibi duygulara da kapılıyor insan.
Ama yine de örneğin bu sabah Çin’de bir yerlerde Yeni Zelanda ya da Alaska, yok bilmem Şili’de bir evde, hiç görmediğim hatta kurgulamakta bile zorlandığım bir masada yüzünü görmediğim adını duymadığım bir yazarın neler yazdığını delicesine merak etmeden de duramıyorum. Neler yazdı, neler söylemek, kendi dünyasından bize neleri taşımak, bizimle neleri paylaşmak istiyordu acaba diyorum.
Yazının icadından bu yana içlerinde birikenlerin itimiyle kendini başkalarına iletmek isteyenler hep var oldular. Onları binlerce yıl sonra okuyoruz. Hoşlanıyoruz, hatta çoğu kez faydalanıyoruz da. O zaman aynı şey bizler için de olacak. Bizi hiç görmemiş bilmemiş, hatta bir sabah oturmuş kitaplarını yazan ve bizim için birer “bilinmez”, “bilinememiş” olanlar bir gün bizim yazdıklarımızı okurken bizi hiç tanıyıp görmemişken bizimle bir yerlerde buluşacaklar. Ne garip bir gerçek nasıl bir buluşma değil mi?.
Ama yine de elimizde kalemi tutabildiğimiz sürece yazacağız gibime geliyor. Siz ne dersiniz bilmem ama yazan insan, kendini, yüzünü görmediği birilerine taşıma, onlarla duygu dünyasını paylaşma ihtiyacını hep duyacak bence. Çünkü “okumak” denilen şey içimizde ve tüm yaşantımız boyunca önceleri pek fark etmediğimiz bir birikim oluşturuyor.
Bu birikime, oluşum da diyebiliriz, bir gün öyle bir boyuta ulaşıyor ki içimizde denizler meydana geliyor ve işin garibi gün geliyor biz, yani o denizleri yaratan, o denizlere sığamaz oluyoruz ve “yazmak” denilen olgu işte o zaman başlıyor. O içimizdeki denizlerin bize, bizim o denizlere sığamadığımız dönemde yazmaktan başka çaremiz kalmıyor. Bu nedenle yazmak bir yerde bir zorunluluğun itelemesi oluyor. Öyle bir iteleme ki, patlayış gibi bir şey; ancak bir yerlere vardığımızda bir paylaşıma ulaştığımızın bilincinde sakinleşiyor, diyebilirsem eğer, mutluluğa dokunur gibi oluyorsunuz.
Türkiye’de ve dünyanın dolaştığım her büyük kentinde sahaflar kitapçılar en çok zamanımın geçtiği, saatlerce özellikle kapılarının önüne koydukları kocaman kitap yığınlarını didikler dururum. Oralarda çok eğleniyorum. Hele de yeni çıkmış ve yazarı birden ünlenmiş bir kitabı kapağı başkaları tarafından kolayca okunsun diye adeta pankart taşırcasına tutan ve o kitaptan henüz bir satır bile okumamış moda düşkünü kültürlülük gösterisi içinde genç kızları görünce gülmemi zor tutuyorum.
Her ne ise okumak başlığı altında yazıyoruz. Her okuduğumuz kitap içimizdeki denizleri oluşturan bir damla. Biraz fazlaca fantezi ama tüm yazarları tanımayı tüm yazılanları okumuş olmayı ne kadar çok isterdim. Okumak aslında bilerek ya da bilmeyerek içimizde bir gün taşacak ve yazmaya dönüşecek olayın kaynağı bence. Ama unutmayalım ki asıl daha da önemli kaynak “yaşadıklarımız”.
En Çok Okunan Haberler
- Suriyeliler memleketine gidiyor
- İlber Ortaylı canlı yayını terk etti!
- Marmaray'da seferler durduruldu!
- Yaş sınırlaması Meclis’te
- ATM'lerde 20 gün sonra yeni dönem başlıyor
- Lütfü Savaş CHP'den ihraç edildi
- Apple'dan 'şifre' talebine yanıt!
- Suriye’de şeriatın sesleri!
- Erdoğan'ı protesto eden gençlere işkence iddiasına yanıt
- Erdoğan'dan flaş 'Suriyeliler' açıklaması