Örtülü hedef İran

Sekiz gün süren hava ve deniz bombardımanın ardından 500’ü aşkın çoğunluğu sivil, çoluk çocuk can kaybı yetmiyormuş gibi, üç Ocak Cumartesi gecesi de Gazze’ye kara taarruzu başlamıştır. Bu harekâtın uzun süreli olacağı bizzat İsrail Savunma ve Dışişleri bakanlarınca açıklanmıştır. Aralık ayında sona eren ateşkesin ardından, sınıra yakın bölgelere yönelik tehdit oluşturan Hamas’ın füze rampalarının ortadan kaldırılması harekâtın hedefi olarak açıklanmıştır.

Yayınlanma: 12.01.2009 - 15:31
Abone Ol google-news

Harekât başlangıçta ortaya konan bu gibi makul ve kabul edilebilir taktik hedefler ile sınırlı kalsa ve kullanılan güç de bu hedeflerle sınırlı olsa idi; İsrail Devleti’nin kendini savunma hakkı üzerinde kimseye söz düşmezdi.

 

Kurmay veya bakkal hesabı 

Ancak bu harekât insani duyguları olan herkesi isyan ettirecek ve makul düşünme yeteneğini esir alabilecek kadar kanlı ve ölçüsüz güç kullanma sınırlarını zorlayacak şiddette gelişmektedir. Acaba taktik seviyede ortaya konan bu hedefler için Dünya’yı ayaklandırmaya gerek var mıydı?

Aslında BM anlaşmasında imzası bulunan, kendini uluslararası hukuka ve savaş hukukuna bağlı gören ciddi bir devletin, metrekareye dört kişi, kilometre kareye ise 4166 kişi düşen ve yüzde 45’i 15 yaşın altında olan yüzde 49’i işsiz yoğun nüfusun yaşam mücadelesi verdiği bir bölgede askeri harekâta girişmesi düşünülemez.

En azından böyle bir harekâtta uygulanması gereken çatışma kurallarının, sorumlu devletler ve karar vericiler için başlı başına bir engel teşkil etmesi gerekir. Ya da o devletin artık başka hiçbir seçeneğin kalmaması ve ölüm kalım mücadelesi içinde olması gerekir.

Böylesine yoğun nüfus barındıran bir bölgede kullanılan her türlü mühimmatın, kabul edilemez insan kaybına neden olacağını hesaplamak için İsrail’in kurmaylara değil, bakkal hesabı bilen insanlara ihtiyaçları vardır ki; hesap kitap konusunda ne denli yetkin oldukları bilinen bir gerçektir.

İsrailli dostlarımızın sık sık tekrar ettikleri bir söz vardır. “Ortadoğu’da en geçerli diplomasi Osmanlı Şamarıdır.” Ancak bilmeleri gereken “Osmanlı Şamarı” öldürücü değil ikaz edicidir. Hele bir de sivillere zarar vermeden bu hedefleri ortadan kaldırabilecek modern teknolojiyi hem üreten, hem de ABD’den en az sınırlama ile tedarik edebilen bölgedeki tek devlet durumundaki İsrail’in bu harekâtını makul görebilmek olası değildir.

Ancak maalesef Dünya kamuoyunda ise bu gelişmeler Türkiye’den farklı algılanmaktadır. Özellikle sekiz günde beş yüzü aşkın ölü ve iki binin üzerinde yaralıya ulaşan Gazze’deki çoğunluğu sivil kayıplara rağmen, Dünya kamuoyu ve BM kara harekâtına engel olamamıştır.

Kara harekâtının ardından BM Güvenlik Konseyinden, ateşkes için ABD’nin engellemesi nedeniyle karar da çıkartılamamıştır. Üstelik ABD’li diplomat söz konusu toplantı çıkışında İsrail’in kara harekâtının da BM 51. madde çevresinde olduğunu ve İsrail devletinin Hamas’a karşı kendini savunma hakkının tartışılamayacağını vurgulayarak adeta İsrail’e açık çek vermiştir. Hamas’ı suçlayan ABD Başkanı Bush’a “derin saygısından” olacak, yeni ABD Başkanı Obama ise kendinden beklenenin aksine sesiz kalmayı yeğlemiştir.

 

Ya Aktütün?

Aslında Aktütün’de verdiği şehitleri kalbine gömen Ulusumuzun bu noktada ABD’ye soracağı çok soru vardır ancak; Gazze’de akan kan karşısında şimdilik not etmekle yetinmiş olalım…

O halde burada bizim algılamakta zorlandığımız İsrail ve ABD’nin daha büyük bir stratejik hedefi olmalıdır. Bu nedenle de Başbakan Erdoğan son Ortadoğu gezisinde ve bölge dışındaki devlet adamları nezdinde yaptığı ateşkes girişimlerinden sonuç alamadığı gibi; muhataplarından da gereken ilgiyi görememiş ve adeta Türkiye “Marjinal Hamas Temsilcisi” bir ülke durumuna düşmüştür.

Bu gelişmeler neye işaret ediyor? Aslında İsrail Dışişleri bakanı bunu çok güzel bir şekilde açıkladı; “Amaç Gazze’deki denklemi değiştirmek.”

O halde hedef 2006 yılında Lübnan’da Hizbullah idi, şimdi de Hamas’ın roketleri değil Hamas’ın bölgedeki varlığı, top yekûn gücüdür.

 

Ama neden?

Eğer Hamas ile Hizbullah arasında ortak parametrenin İran olduğunu ve Hamas ve Hizbullah’ın İsrail’e karşı İran’la birlikte “Cihada” her zaman hazır olduğunu göz önüne alırsak; İsrail’in bu hiddet ve şiddetin ne anlama geldiğini anlayabiliriz.

O halde soğukkanlı ve biraz daha geniş açıdan sorgularsak; bu kan ve şiddetin arkasında çok büyük çaplı bir harekâtın planlı ve stratejik hedeflerinin olduğu, bunlara yönelik “güvenlik ve politik ortamın” geliştirilmeye, şekillendirilmeye çalışıldığı ortaya çıkar.

ABD’nin bu aşamada yeni hedefi; 20 Ocak’ta görevi devralacak ABD Başkanı Obama’nın açıkladığı gibi Afganistan mıdır? Yoksa İran hedef tahtasında öncelik mi almaktadır?

İran’la bir çatışmada İsrail’e doğrudan tehdit olabilecek en yakın ve etkin askeri güce sahip oluşum Hamas kalmıştır. Çünkü Hizbullah Lübnan içinde politik olarak güçlense de şimdilik, askeri tehdit olma yetenekleri Lübnan’da Mehmetçiğin de görev aldığı BM Geçici Görev Gücü (UNIFIL) tarafından sınırlandırılmış ve kontrol edilebilmektedir.

İsrail bu süre içinde Hizbullah’tan gelebilecek tehditlere karşı Türkiye’nin de içinde bulunduğu UNIFIL’de görev yapan devletleri ve BM’yi kullanarak, ikinci büyük tehdit Hamas için son iki yılda güç geliştirmiş ve hazırlıklarını sürdürmüştür.

Neden kara harekâtı bütün risklere rağmen seçilmiştir. Bunu da Lübnan’dan alınan derslerle açıklamak mümkündür.

 

İran'a hazırlık aşaması

Eğer sadece roket rampaları ve Hamas’ın komuta kontrol sistemlerine yönelik sınırlı bir hava harekâtı icra edilseydi, acaba bugün Gazze’de BM Barış gücüne ihtiyaç duyulur muydu? Şimdi anlıyoruz ki; 2006’dan bu yana UNİFİL İsrail’e beklediğinden de büyük fayda sağlamıştır. Şimdi ise İsrail için, Hamas’ı BM vasıtasıyla kontrol etmek, doğrudan muhatap olmaktan daha güvenli olacak ve müteakip aşamada özellikle İran’a yönelik emniyetle güç geliştirmek için olanaklar ortaya çıkabilecektir.

Bu noktada bizim Türkiye olarak; UNIFIL’de ne yaptığımızı ve Gazze’de görev almanın uzun vadede nelere mal olabileceğini şimdiden sorgulamamız gerekmektedir. Ancak sanırım daha ilk günden Türkiye’yi taraf ve bölgede görev almaya çok istekli gösteren Başbakan Erdoğan’ın, insan olarak herkesin paylaşabileceği ancak, devlet adamı olarak büyük soru işaretleri getiren tepkileri; Türkiye’nin önündeki diplomatik ve askeri seçenekleri de sınırlamıştır.

Yine asıl konuya dönelim. Zamanlama olarak da; ABD’nin sessiz kalabileceği ve ABD’yi de gelebilecek tepkilerden koruyabilecek Başkanlık devir teslim dönemi seçilmiştir. Şimdi hem İsrail’e “dur” diyebilecek ABD Başkanı yoktur, hem de sonunda yeni ABD Başkanı Obama’ya göreve başlar başlamaz kendinden beklendiği gibi, barış ve özgürlük adına BM güvenlik konseyinden gereken kararın çıkartılmasına liderlik yapma fırsatı verilecektir.

 

Neden Afganistan değil?

Bilindiği gibi BM şemsiyesi altında 37 ülke Afganistan’da “küresel tehdit” durumundaki Taliban ve El-kaideye kaşı mücadele ederken; bir taraftan da Afganistan’ın birlik ve beraberliğinin sağlanması da ortak hedeftir. Ancak ortak küresel terör tehdidine karşı dünyanın en iyi orduları yedi yıldır somut bir başarıya ulaşamamışlardır. İlave otuz bin yeni Amerikan askerinin de bu işe yetip yetmeyeceği tartışmalıdır. Bu bir şekilde yeni ABD Başkanına izah edilecektir. Afganistan’ın da birlik ve beraberliğinin sağlanması ise Obama’nın başkanlık süresine sığacak gibi görünmemektedir. Bu nedenle, belki de Afganistan’a gönderilecek kuvvetler eğer İran aklını başına toplamazsa harp tarihine örtü ve aldatma planlarının en parlak örneği olarak geçecektir.


Peki, neden İran?

1980 Irak-İran savaşının ardından İran için Ortadoğu’da İsrail’e ulaşmadan en büyük ve yakın tehdit olan Irak, iki körfez savaşı sonunda ortadan kaldırılmıştır. Bu süreç içinde İran da güçlenmiştir. Her fırsatta özellikle Cumhurbaşkanı Ahmadinejad; İsrail’e bölgede hayat hakkı tanımayacaklarını ve İsrail’e yönelik tehditlerini fütursuzca ortaya koymaktadır.

Bu gelişmeler içinde İran, Ortadoğu’da hem ABD’ye hem de Batı Dünyasına kafa tutabilen bölge devleti ve güç odağı olarak algılanmaya başlanmıştır. Irak’tan ABD askerlerinin çekilmesinin ardından Şii’lerin en büyük güvendikleri güç olacağı bilinmektedir. Özelikle terörist diye tanımlayabileceğimiz Hamas ve Hizbullah taraftarları ile Irak’taki Şii grupların algılaması ABD ile İsrail için en büyük, yakın tehdit ve risk teşkil etmektedir.

İran’ın nükleer silah geliştirme programında hangi safhada olduğunu herhalde İsrail ve ABD çok iyi takip etmektedirler. İsrail’in acelesinden anlaşılan o dur ki; İran artık somut nükleer tehdit olabilecek safhaya girmektedir. Eğer İran’ın nükleer silaha sahip olmasına müsaade edilirse; “vaat edilmiş” topraklarda İsrail artık kendisini misafir görmeye başlayabilir ve bunu ne ABD ne de İsrail göze alabilir.

İşte bu noktada; İsrail Hamas’a karşı planladıklarını başarabilirse politik ortamda da İran’a yönelik durum üstünlüğü sağlamış olacaktır. Bu politik üstünlük kime yarayacaktır? Tabii ki; en az İsrail kadar yeni ABD Başkanı Obama’ya. Eğer İran, Obama’nın yumuşak güçle uzattığı eline rağmen, nükleer silah programından vazgeçmezse, aynı tavrı sürdürürse; İran’a karşı 21. yüzyılı yeniden şekillendirebilecek tarihin en acımasız askeri gücü, hem Afganistan’dan hem Irak’tan hem de, Diego Garcia’dan harekete geçerse hiç şaşırmayalım. İnşallah o zamana kadar Türkiye’de dünyayı danışman gözü ile değil, Türkiye Cumhuriyeti’nin tarihi ve devlet sorumluluğunda imbikten geçmiş diplomasinin yetiştirdiği stratejik gözden algılayabilen İktidarlar bizi yönetir. Yoksa en az İran kadar kaybeden bir ülke de Türkiye olacaktır.


Cumhuriyet Tatil Otel Rezervasyon

En Çok Okunan Haberler