Osmanlı Tarih(çin)in Konusudur...
6 Mayıs 2010 günü medya merkezlerinden Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın bir konuşması yankılandırılmıştı, hem de tarihçilik üstüne: “Ya tarih yazacaksınız ya da tarih olacaksınız”. Başbakan’ın partisindeki milletvekillerine yaptığı ve tarihin nasıl ve kimler tarafından oluşturulduğunu ve yazıldığını anlatmaya çalıştığı söyleminin ya da çok daha önceleri, 11 Eylül 2006’da, Söğüt şenliklerinde yaptığı konuşmasındaki “Uzakdoğu’dan Balkanlar’a, Ortadoğu’dan Avrupa’ya kadar Osmanlı İmparatorluğu dönemi özlemle aranıyor. Osmanlı’nın çekildiği coğrafyalarda yokluğu hissediliyor” hükmünü; Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün “dışişleri bakanı” sanını taşıdığı yıllarda partisinin Çubuk İlçe Kongresi’nde, Arap ülkelerinin Osmanlı egemenliği altında kaldığı yüzyıllara ilişkin “arşivler, tapular, haritalar bizim elimizde” diyerek ve tarih kaynağı olan belgeleri/defterleri armağan ettiklerini hatırlatarak ulaştığı tarih yargısını ve o arada Bakan Kürşat Tüzmen’in “Büyük Osmanlı Projesi” için yaşadığı nostaljiyi; buna benzer Adalet ve Kalkınma Partisi yetkililerinden yansıyan “tarih dersleri”ni burada konu etmeyeceğim. “Osmanlıyı Özlemek ya da Tarihçilik Tasarlamak” başlıklı kitabımdaki notlarımı bu kısacık anımsatmada yinelemeyeceğim. Ancak Başbakan’ın pek çok konuşmasında ima ettiğini sandığım ve son günlerde geçmişin olaylarına -yukarıda saydıklarımdan daha çok mürekkep yaladığını sandığım- Dışışleri Bakanı Ahmet Davutoğlu’nun Amerika Birleşik Devletleri’nden yankılandırdığı, sonra da bu yankılandırmaya “mal bulmuş magribi” gibi sarılan “medya” tellallarınca Türkiye sınırları içine “dercedilen”, özellikle muhafazakâr cephede 7 Aralık 2010 tarihinde yoğunluk kazanan ve dillendirilen “Osmanlı milletler topluluğu” fantezisi üstüne bir şeyler söyleyeceğim. “Medya”nın çok daha önemli sayılması gereken işlevini bırakarak, bir öğretmenin kara tahtaya günün ders konusu gibi “Osmanlı milletler topluluğu”nu ekrana kaydeden, bakanlık da yapmış bir politikacının Osmanlı hayalleriyle bezenmiş sözlerini yansıtan (ciddiyetlerine inandığım kimi tarihçilerin de aralarında kaynayıp gittiğini üzülerek izlediğim) televizyonların sarsılmaz müdavimleri olan “akilleri tarikıyla” neye hizmet ettiklerini kendi kendilerine sormalarını isteyeceğim. Okyanus ötesinden gelişigüzel yazılmış “İmparatorluk geri dönüyor” yaftasına yapışıp neyi kopya ettiklerinin farkına varamayan, “İngilizce bilen”, modernlerimizin zaman tünelinde nasıl olup da geri gideceklerini merak ederek.
Bilindiği gibi tarihçilik, özellikle geçen yüzyılın ortalarından itibaren önceki yüzyıllarda geliştirdiği yöntem ve yaklaşımlara yeni değerler ekledi; konularını ayrıntılara götürdü, bu bilgi dalına yeni bir nefes aldırdı. 21. yüzyıla yaklaşırken ve bu yüzyıl başlarında, çoğalan tarihçi sayısıyla birlikte çoksesliliğini -yükselterek- ortaya koydu, başarı grafiğini yukarı çekti; “postmodern”in yarattığı karmaşaya karşın. Ancak “medya”nın ve politikacıların çoğunu devşirme olarak gördüğüm yaklaşımlarla yağmaya da açıldı bu bilim, sanat ve felsefe dalı. Bu yağmalamanın pervasızca yapıldığı ortamı getirdi. Osmanlı değerlendirmelerini eksik bırakmayan halen yaşamaya ve yaşatmaya çalıştığımız Cumhuriyet sürecini ezip geçme işaretleri verdi. Osmanlı’ya övgü döşemek amacıyla “tarihi normalleştirmek” gibi benim hiç bilemediğim, tarihçilikte mantığını yakalayamadığım bir anlayışla, “medya”nın önü alınamaz sözcülük görevleri arasına sokuldu tarih. Yerinde ve zamanına ait değerler taşıyan, mimari eser kopyalamalarıyla (sadece beton yığınları yükselten beceriksizlikten ötürü geçmişe sığınarak, Mimar Sinan’a saygısızlık ederek) şaşkınca işlere tevessül edilirken, yüzyıldır yediğimiz yemekleri kapısına astığı “Osmanlı mutfağı” marifetiyle adeta keşfeden ticari anlayışın Osmanlı özlemine yağ sürdü.
Tarihi “ölü mazi” olarak tanımlıyorsa eğer ünlü İngiliz Cristopher Hill; gazeteci Taha Akyol’u “Batı, Türkiye’ye karşı 19. yüzyılda Osmanlı’ya uyguladığı politikayı sürdürmektedir. Cumhuriyet Türkiye’sinin Osmanlı olmadığını anlatmak bizim görevimizdir” biçiminde uyarıyorsa güngörmüş tarihçi Halil İnalcık; “Tarih hakkında başka alanlarla uğraşanlar da konuşabilirler” diyorsa “ancak hadlerini bilerek” diye ekliyorsa ve “Bana bile resmi tarihçi deyip geçiyorlar” açıklamasında bulunuyorsa bilge kişi Şerafettin Turan; toplumu kavramaya çalışan tarih(çiliğ)in başı fena halde dertte demektir.
Ömrünün büyük bir bölümünü “medya” ortamında geçirmiş olan tarihçi Orhan Koloğlu’nun “Bilimselden ‘Medyatik’e Tarih” kitabından -duayeni olduğu bir mesleğin sonradan tarihçi mümessili olarak ortaya dökülen temsilcilerine yararlı olmasını dileyerek- bir alıntıyla bitirmek istiyorum bu anakronik (çağa uymayan) meseleyi:
“Bugün ‘Osmanlı yaşıyor’ diyenler ciddi araştırma yapmadan konuşan insanlardır. Ben Osmanlı’nın tamamen unutulması, yok sayılması taraftarı değilim. Zaten bu mümkün de değil. Ancak tarihe gömülmüş bir geçmişin yeniden canlandırılabileceğine dünya tarihinde tek bir örnek bile gösterilemez.”
Unutmamak gerekir; Osmanlı’nın değerlerini (tabii tarihçilik gereği olumsuzluklarını da) ortaya koyanlar Cumhuriyetin kadirbilir bilginleridir. Yine hatırlatmakta yarar var: Milli mücadeleyle yaratılan ve bugüne kadar uzayıp gelen ortam olmasaydı, tarihe hangi emperyalist versiyonunun gözlüğünden -kimden, nereden, kime ve nereye- bakılırdı acaba? Geçmişle keyfi oynanmaz; bilen kişilerce ortaya konur tarih; ve tabii Osmanlılar.
Salih Özbaran-Emekli Tarih Profesörü
En Çok Okunan Haberler
- Korgeneral Pekin'den çarpıcı yorum
- Suriye'yi nasıl terk ettiğinin ayrıntıları ortaya çıktı!
- Petlas'tan o yönetici hakkında açıklama
- Colani’nin arabası
- 3 zincir market şubesi mühürlendi
- Nevşin Mengü hakkında karar
- Komutanları olumsuz görüş vermedi, görevlerinden oldu
- 148 bin metrekarelik alan daha!
- Geri dönüş gerçekten 'akın akın' mı?
- Bakanlık 5 ildeki lahmacuncuları ifşa etti