Otomobil'den Otoma-Bin'e

Yayınlanma: 24.07.2012 - 06:43
Abone Ol google-news

Yazının başlığı “sözcük oyunu” gibi algılansa da ileti oyun olmaktan uzak, ciddi bir soruna çözüm aramak arzusunu içermektedir.

Otomobil kent yaşamında pek çok kişi için kaçınılmaz gereksinim gibi görünmektedir. Toplu taşıma sistemini “bütüncül” yaklaşımla çözememiş yöneticiler -oto üreticilerinin de baskısı ile- tıpkı gecekondu olgusundaki (50 yıl önceki) ödünler gibi oto alımı dürtüsüne katkıda bulunmaktadır.

Giderek kentleri yaşanamaz duruma (ölümcül kazalar, egzoz gazı, gürültü, kaldırım işgali vs. vs.) dönüştüren araç egemenliği ironik biçimde devinim olgusunu da baltalamıştır. Daha sade bir anlatımla günümüz İstanbul’unda, özellikle Boğaz’ın iki yakası arasındaki oto trafiği sürekli bir felç durumu sergilemektedir. Dolayısıyla geçmişte yer yer Avrupa kentlerinde de gözlendiği gibi (1) otosunu evinin önünde, varsa garajında bırakarak işine kamu araçları (metrobüs, otobüs, tramvay, vapur vb.) ile giden vatandaş sayısı artmaktadır. Ancak bu durum bile TV ekranlarında oto satış reklamlarının alıcıyı tahrik eden (yüzde 0 faizle kredi!) iletilerine engel olamamaktadır. Bu noktada insanın bencil doyum gereksinimi, önüne geçilemez bir tutkuya dönüşerek oto satışlarında sürekli artışa neden olmaktadır. Zaman zaman görüştüğüm kimi taksi şoförleri İstanbul’da günde 250-300 otonun trafiğe çıktığını söylüyorlar. Demek ki ayda ortalama 7 bin-8 bin; yılda ise 100 bin kadar otomobil artışı söz konusudur. Bu artışa İstanbul’un yolları yanıt veremez; zaten verememektedir ve her geçen gün trafik çilesi daha beter gerçekleşmektedir.

Yöneticiler -kalkınma planları düzeyinden başlayarak, yerel yönetimde alınması gereken önlemlere kadar yayılan hiyerarşide- hiçbir köklü çözümü gerçekleştiremediler. Son yıllarda metrobüs hatlarının gelişimi görece de olsa katkı sağlamaktadır.

Ancak bu noktada halkın bilinçlenmesi çok önemli bir etkendir. Batı’da 30-40 yıl önce uygulanmaya başlayan kimi yöntemleri anımsamak/anımsatmak belki yetkililere esin kaynağı olabilir. Sözgelimi Almanya’da daha 1950’lerde gözlenen “birlikte araba sürmek” (2) olarak Türkçeleştirilebileceğimiz bir hareket başlamıştı. Stuttgart kentinden İsveç’in başkenti Stockholm’e gidecek birisi, gazeteye ilan vererek (tarih, gün, saat belirtip) kendisi ile 3 kişinin daha otosunda yolculuk edebileceğini belirtirdi. Bu potansiyel 3 yolcu, benzin masrafına ortak olmak ve otoyu da uygun mesafede kullanarak yardım etmek koşulu ile ucuz bir yolculuk yapabiliyordu.

Kısacası, günümüz İstanbul’unda sabahtan işe giden oto sürücülerinin yüzde 90’ının tek başına olduklarını gördükçe gerek ulusal ekonomi, gerekse sosyal dayanışma açısından üzülmekteyim. 1960’ların ikinci yarısında (1965-1970 arası) ODTÜ’de görevli iken aynı mahallede oturan 2-3 dost ile dönüşümlü olarak ODTÜ’ye tek oto ile gitmek üzere anlaşmıştık. Yaklaşık 2-3 yıl (özellikle eğitim dönemi içinde) oldukça düzenli ve yararlı olmuştu bu atılım. Özetle, ya haftalık -yani her hafta bir kişi diğer 2 yada 3 kişiyi de alarak- ya da her gün dönüşümlü biçimde yolculuk ediyorduk.

Zaman zaman arıza çıksa da genelde -özellikle aynı fakültede görevli olduğumuz için- oldukça iyi işliyordu bu sistem. Ama zaman içinde, bizlere özgü disiplin anlayışı eksikliği nedeniyle yozlaşıp yürümez oldu; yazık da oldu. Bugün böylesi bir gereksinim artık kaçınılmaz duruma gelmiştir. Benim kuşağım (75-80 yaş aralığı) oto sürmeyi bıraktığı için bu yazı bizi izleyen kuşaklara -haddimiz olmayarak!- bir öğüt niteliğindedir. MSGSÜ’den bir genç meslektaşım yıllardır “arabasız sokak” sloganı ile İstanbul’da (özellikle Şişli Belediyesi desteği ile) belirli semtlerde haftada bir gün sokağı araç trafiğine kapatarak çocukların gün boyu sokağı oyun alanı gibi kullanmalarına yardımcı olmaktadır. Olağanüstü bir çaba ile genç dostum on yıla yakın süredir bu edimi başarı ile sürdürmektedir. Kendisi uluslararası düzeyde “Car Free Cities/Otomobilsiz Şehirler” hareketinin ülkemizdeki tek temsilcisi konumundadır. Bu azimli çabaları ben kişisel olarak hayranlıkla izlemekte ve gurur duymaktayım. Zira, eğitmen olarak simgesel de olsa gelecek kuşakları otosuz yaşama hazırlamak, kanımca çok insancıl ve değerli bir atılımdır. Bu konuda sokak sakinlerinin de beğeni ve desteğini kazandığı anlaşılıyor ki gelecek için umut verici bir durumdur. Tıpkı İtalya’da başlayan ve ülkemizde de (şimdilik İzmir, Seferihisar Belediyesi tarafından) izlenen yavaş kentler/slow cities hareketi gibi insanlara insan olduklarını anımsatmanın çok somut yöntemi olarak görmekteyim. Bu genç meslektaşları ve yöneticileri el birliği ile desteklemeli ve yüreklendirmeliyiz. Yaşı 80’e dayanmış bir İstanbullu olarak ben 65-70 yıl önce evimizin önünde sokakta arkadaşlarımla top, kaydırak, birdirbir vb. oyunlar oynadığımı hâlâ tüm tazeliği ile anımsıyorum. Sokaklar insanlar içindi ve bizler onları huzur içinde kullanırdık. Oysa bu gün bırakın sokakları kaldırımlar bile yayadan çok otolara mekân olmaktadır. Bu gidişe “dur!” demenin zamanı çoktan gelmiştir ve geçmektedir. Gelecek kuşaklara autopialar değil ütopyalar bırakmalıyız miras olarak. Umarım onlar bu işi başarırlar…

(1) Yazar, 1960’larda bile Danimarka’da bu duruma tanık olmuştur.

(2) Almancası “Mitfahren Zentrale” olan bu kurumlaşmaya bizzat tanık oldum. Hatta bir arkadaşımın denediğini ve çok memnun kaldığını anımsıyorum.


Cumhuriyet Tatil Otel Rezervasyon

En Çok Okunan Haberler