Şimdiki zamanın romanı
Sadık Aslankara'nın kaleme aldığı Le'nin öyküsü, iki binlerin ilk on yılında, günümüzün İstanbul'unda, depremi bekleyen bu sorunlu, karmaşık, ürkütücü, ezici dev kentte hayat bulur. Kitap, bu korkutucu şehirde bir bodrum katında yalnız yaşayan roman kişisinin anlattıkları üzerinde yükselir ve roman; hayatın üç zamanını, üç ayrı bölümde 'Gül / Le / Sin' başlıklarıyla anlatır.
Romanın, her bölümünde Türkçedeki eylem çekiminin ayrı bir zamanı kullanılır, ilk iki bölümde geçmiş zaman yer alırken son bölüm şimdiki zaman çekimiyle oluşturulur ama aslında anlatılan İstanbul'un, bu koca ülkenin özeti olan İstanbul'un şimdiki zamanıdır. Kent, korkutucu bir hızla kalabalıklaşır, birey gittikçe yalnızlaşır, sevgi her geçen gün hayatlarımızdan geri çekilir. Bugünün İstanbul'unda, içinden geçtiğimiz sokaklar, birlikte boğulduğumuz kalabalıklar, havadaki cinnet, şiddet ve korku romanın atmosferinde bütün yoğunluğuyla yer alır.
'Gül', aşkın adıdır, hayatı kolaylaştıran, güzelleştiren ve anlamlı kılandır ama her çağda bir o kadar karmaşık, anlaşılmaz ve terörize edici olandır. Aşk ile birlikte gelen cinsellik ise roman kişisinin ruhsal dengelerini altüst edecektir. Bu şiddet çağında cinsellik ve cinayet ve ölüm belki de her zamankinden daha yakındır birbirine.
Şefkat değil şiddet
Romanda rivayet ve hikâye geçmiş zamanlı eylemlerle anlatılan ve çabucak kaybolup giden bir dönemdir 'Gül' başlıklı bölüm. Aslankara, romanının baş kişisini Gül'le yani aşkla tanıştırırken arka planda kuşkulu, kuşatılmış, güvenliksiz ve tehlikeli bir kenti betimler. 2010'ların İstanbul'u, orada yaşayanlar için bunalımın diğer adıdır. Böyle bir fonun önünde yaşanan aşk ise kendi doğasının dışındadır. Yeni zamanlarda aşk; şefkatten çok şiddete yakındır, hayattan çok ölüme yazgılıdır.
Romanda sık sık kullanılan 'kafes' imgesine hiç de yabancı değildiriz aslında. Ev kafestir, vücut kafestir, şehir kafestir, ruh içerde hapistir ve bu esaretten ancak ölünce kurtulur. Günümüzün insanı ise, çoğu zaman isteyerek saklanır bu kafesin içine. Dışarısı ne denli güvensizse, kafesin içi o denli koruyucu ve tehlikesizdir. Romanın ilk satırları bu belirlemeyle açılır:
'Kapıyı kapatırken elimdeki torbaları fırlatırcasına bir anda yere serip saçarak önce anahtarı çevirmiş, ardından güvenlik kilidini döndürüp zinciri çevirmiş sırtımı berkittiğim kapıya verip derin bir soluk koyuvermiştim. 2 numara da, 3 de 4 de böyle yapıyordu, kulağıma gelen sesler, ortak şifrelerle yaşadığımızı gösteriyordu bana. Beş katlı apartmanın öteki daire sakinleri de buna uygun davranıyor olmalıydı, sesleri duymasam da benim gibi davrandıklarından emindim' (s. 11).
Roman geliştikçe yazar, arkasına saklanılan bu kilitli kapıyı açar, kahramanını farklı bir düzlemde okura sunar. Kafesten çıkmak, iletişimi gerçekleştirmek, aşkla tanışmak belki de hâlâ olasıdır. Aşkla birlikte değişmek, yeni biri olmak belki hâlâ olanaklıdır. Nitekim, yaşadığı aşk, onu değiştirecek ve aşkı kaybettikten sonra, aslında dışarıda korkulacak fazla bir şey olmadığını görecektir. Kafesin kapısını açmak artık daha kolaydır ve aslında herkes kapısını açmaya öyle muhtaçtır ki:
'Ara sıra kapımı açmaya da o zaman başladım işte. Sokak kapısından söz ediyorum, apartman görevlisi gazete ekmek getirdi mi ardına dek bırakıyorum öyle, hiç değilse kıynaşık biçimde duruyor kapı unutulmuş gibi (') Ev sineması açık, kapı pencere ev açık, mutfağım, sofram açık, yatak odam açık, yatağım. Kapalı kentin, kapalı sokağın, kapalı ülkenin, kapalı devletin, kapalı Türk'ün, kapalı Alevinin, kapalı Sünninin, kapalı erkeğin dünyasıyla kararmış gökyüzünde her an üzerine çullanabilecek iğreti mi iğreti bir tutam aydınlık, o kadar' (s. 120).
İşte, küçük de olsa bir meydan okuma, 'hayır' diyebilme, kapıları açabilme, komşuya dokunabilme. Büyük kentin ve bu zor çağın korkutulmuş bireyi, tek başına bir özgürleşme eyleminin içindedir işte. Üstelik komşusu Perihan'la farklı bir insan sıcaklığı yaratmayı başarabilirler. Emekli kadın polis Perihan, acıklı yalnızlığıyla, bozulmuş fiziğiyle oldukça ayrıntılı anlatılır, realizmin gerçekçi gözlüğü en ufak bir hayal gücüne izin vermeden çizer, kadının hırpalanmış portresini ve sığ kişiliğini.
Ancak Perihan'ın ölümü de Gül'ün ölümü kadar trajik olacaktır. Bu kötücül çağın isyankâr kadını, oyuncu Gül, çözümsüzlüğün karabasanında çareyi intiharda bulmuştur. Komşu Perihan ise barmen oğlunun elinde bir cinayete kurban gider. Törenin uygulanması mıdır yoksa bir eroin krizi midir, bilinmez ama aslolan bu kentin şiddet ve kan soluduğudur.
Bir de Serpil var romanda. Evliliğin kafesinde sıkışmış kız kardeştir ve anlatının diğer eksenidir. Çocukluğun Aysel Nene'si ya da Ayfer Nene'si, Havva Anası kadar sahicidir ve sevgiyle çizilmiştir. Kaçamayacağı bir yazgıya boyun eğen, kendisi olmaktan gönüllüce vazgeçen ve 'gocuklu celep kaldırınca sopasını sürüye uysalca katılıveren' bizim kadınlarımızdan biridir o. Evet bu topraklarda yaşamak zordur ama kadınlar için her şey daha da zordur kuşkusuz.
Kadınlardan gelen
Aslankara'nın roman kişisi ki -bütün metin boyunca adını öğrenemeyiz onun- Akdeniz kıyısında, bir yüce dağın tepesinde, orman bekçilerinin arasında sağaltmaya çalışacaktır örselenmiş ruhunun çöküntüsünü. Yazar, onun arınma, yenilenme, kendisiyle ve doğayla barışma sürecine okuru ortak eder, anlatım lirik bir tona ulaşır.
Bu dağ köyünde kendini her ne kadar, Yaban'ın Ahmet Celal'ine benzetse de ailenin küçük kızları ve yaşlı ninesi; onun yaralı ruhunu arkadaşlıkla ve ılık dokunuşuyla iyileştirir. Doğanın içinde olmak İstanbul'da olmakla hiç de aynı değildir ve yeni komşuları insan sıcaklığı ile kırıklarını sarmaktadırlar roman kişisinin.
O, bu köyde 'le' olmaktan kurtulacaktır belki de. Gelgelelim, bu iyileştirici dağ yolculuğu; beklenmedik biçimde sonuçlanacak gibi görünür. Değil mi ki bir anlayışsızlık ve şiddet çağıdır. Değil mi ki 'dilce susup/ bedence konuşulan bir çağda/ biliyorum kolay anlaşılmayacak bir çağda' (1) yaşanır ve bu topraklarda kadın ile ölüm birbirine öyle yakın iki kavramdır ki umuda hiçbir yerde şans yoktur. Bu ulu dağın başında bile insanın yasası, öcü, töresi ve kıyıcılığı geçerlidir.
'le' Türkçe'nin bir edatı
'Le' kendi başına bir anlamı olmayan ancak sözcükler arasında anlam ilgisi kuran Türkçenin 'ile' bağlacının sözcüğe bitişik yazılmış halidir. 'Le' ancak iki sözcüğün arasında kalırsa anlamlı bir öğeye dönüşür. Bu bağlacın görevi; ögeleri bağlamak, iletişimi sağlamak, anlamı taşımaktır. Yalnız başınayken bir anlamı yoktur. Türk şiirinin çok eski geleneği olan ve bir gizli dil olarak görev yapan 'mazmun'lara hiç de yabancı değildir bizim yazarlarımız. Aslankara da, 'gül', mezar anlamına gelen 'sin' ve 'le' unsurlarını bir mazmun gibi kullanır, bu sözcüklerin farklı anlamlarını kullanarak tevriyeler yapar.
Türkçenin yerel ağızlarında, özellikle sözlü kullanışlarda yaygın 'le' eki, zaman zaman soru eki gibi kullanılır: 'Bir gün o iriyarı oğlanın kapıcıya fısıldadığını duydum epeyce sonra. 'Abey, le bu adam le'o ne demek le?' (s. 119).
'Le'nin bu kullanımında 'ulan' hitabının dönüşmüş halini duymak da olasıdır: 'Lan, len, le'' konuşma ağzının çok kullanılan unsurları değil midir? Karşısındakini sıradanlaştıran, senli benli kılan, kendisiyle aynı seviyeye çeken hitap sözcükleridir.
Aslankara için Türkçenin yerel ağızlarının ve mazmunlarının yanı sıra, Türk edebiyatının yazarları da metnin vazgeçilmez unsurlarıdır. Romanın içinde yol alırken Dinçer Sümer'in Maviydi Bisikletim'ine, Selim İleri'ye, Yakup Kadri ve Yaban'ına, Alageyik Destanı'nın imgelerine ve Calvino'nun kış gecesindeki o yolcusuna rastlamak hiç de şaşırtıcı değildir.
(1) İsmet Özel'in 'Amentü' adlı şiirinden
Le/ Sadık Aslankara/ Can Yayınları/ 194 s.
En Çok Okunan Haberler
- Suriyeliler memleketine gidiyor
- İlber Ortaylı canlı yayını terk etti!
- Marmaray'da seferler durduruldu!
- Yaş sınırlaması Meclis’te
- ATM'lerde 20 gün sonra yeni dönem başlıyor
- Lütfü Savaş CHP'den ihraç edildi
- Apple'dan 'şifre' talebine yanıt!
- Suriye’de şeriatın sesleri!
- Erdoğan'ı protesto eden gençlere işkence iddiasına yanıt
- Erdoğan'dan flaş 'Suriyeliler' açıklaması