Toplumsal Uyku ya da...

Toplumsal Uyku ya da...
Abone Ol google-news
Yayınlanma: 24.09.2012 - 06:19

Belkide topluca uykuya yattık, üstelik pirelenerek! Aymazlık da olabilir! Ya da hafızası olmayan bir toplum, tanımı çok yakışır sanıyorum bizlere. Yok yok, en iyisi korkusunu hızla çoğaltan bireysel yalnızlığın beslendiği toplumsal yalnızlık yakışır bize.

Geçmiş uygarlıklardan kalan hem de bu topraklarda, yaşamımızı derinden etkileyip bizi sarmalayacak yazılı, sözlü ve görsel öylesine zengin belgeler ve birikim var ki!.. İster savaş ve barış adına, ister yönetim ve halk adına olsun, ister ihanet, yalan dolan, korku ve tutsaklık. İsterse umut ve umutsuzluk adına. Tabii ki onur ve başkaldırı işin gereğiydi. Ve isterse de sevda, coşku, hüzün olsun; şiirler, efsaneler, şarkılar, oyunlar, giysiler, mimarlık ve resmetmeleri ile onlar göçüp gittiler. Ama her biri kendi kimliğinden ödün vermeden uygarlıkları yarattı. Bizler adına dersler de alınacak büyük bir şölendi geçen yüzyıllar... Rengârenk ve bereketli doğasını da 12 bin yıllık bu topraklara ekleyelim... Yani, bugün de bu coğrafyanın en büyük tanığı her biri. Tabii ki dersini iyi çalışanlar için! Aç kapağını, aylarca, yıllarca araştır, merak et, keyif al ya da sorgula kendini “Ben şimdi kimim?” diye. Yalnızca, “Pandora’nın kutusu”ndan ibaret değil bu topraklar.

“Bana rahmet yerden yağar” diyebilen bir Yunus Emre. Döşeğinde, “Oğul üstüme bir Yunus oku da öyle öleyim,” diyen bir halk.

Dört bin yıl öncesinden, Gılgamış Destanı’ndan, dost Talat Halman’ın Türkçesi ile “Ülkede sonsuz sürüp gider mi nefret? /Irmak hiç durmadan yükselip sel olmaz ki!”

Hadi, işe yaramasa da 7. yüzyıldan Rabia ibn Süfyan da karışsın günümüze: “Kan yarışında öne geçenler / Hiçbir şey kazanamadı.”

Hitit çağına ait bir mezar stelini de “kadın hakları” hanesine yazalım: “Ben ülkenin beyi Suhi’nin (yasaklanmamış şarap tüccarı) şerefli karısıyım / Her nerede birisi kocamın adını saygıyla anacak olursa / Beni de saygıyla şereflendirecektir.”

Hitit ceza yasalarına göre, “bir kavga sırasında ya da tutsak bir kimse öldürülürse, öldüren kendi ailesinden iki ya da dört kişiyi (davasına göre) öldürülen kişinin ailesine kadın ya da erkek olsun köle olarak vermek zorundadır”. Buna kral ailesi de dahil... Öylesine çok şiirsel derinlik ve ayrıntı var ki her birinde, ölümün ve öldürmenin de faturasını çıkarmışlar: Günümüzden tahmini 4 bin yıl önce, “Hiçbir zaman hiçbir şey kalıcı olmamıştır / Birbirine ne kadar benzer uyuyanlarla ölüler.”

Evet, iyi uykular!

Hitit, Frig, Urartu, Lidya, Likya, İyonya, Pamfilya, Hellenistik, Roma ve Bizanslı ve saymadıklarımızın birçoğu da Selçuklu ve Osmanlılar gibi bu toprakların tanığıydı. Kadrini bilmediğimiz, dışladığımız ve “tu kaka” ettiğimiz ve “bizden değil” (bu bizler kim ise) diyebildiğimiz Hititler, Troya’lar ve vb. için söylüyorum bunu...

“Biz cihanı terk edip gittik /Zahmet ve rahatını nakşedip gittik / Bundan sonra nöbet sizdedir /Biz kendi nöbetimizi tuttuk ve gittik” diyebilen Selçuklu Sultanı İzzeddin Keykavus gibi her biri çekip gitti. Arkalarında seslerini, şarkılarını, şiirlerini, heykellerini, resmettiklerini, devlet yönetimindeki ustalıklarını, günahlarını ve anıtsal kentlerini de günümüze bırakarak.

Ama onların farkında mıyız? Nemenem bir tarih ve coğrafya yoksulluğudur bu? Sanki bu toprakların onuru uğruna kimse, “Ksantos”lular gibi topluca intihar etmedi. Kimse, kilimlerimiz, oyalarımızda yer alan simgelerin, dünyanın en eski kenti Çatalhöyük ve hatta maden çağından esinlendiğinin hiç farkında değil.

Ölüm ve dirim arasındaki bu büyük serüvende, bize öğretilenlerle birlikte ve görsel tanıkların hiçbirinde de kir, pas ve çözülme yoktu. Sana, bana, bizlere tepsi içinde bağışlanmış bir coğrafyayı sundular yalnızca. Onları yok sayıp küfretmeyi de öğretmedi kimse... Binlerce yıl sonrasına gelelim: Yani Mustafa Kemal Atatürk ve arkadaşları, yani dedelerimiz, babalarımız amcalarımız ve adsız kadınlarımız ölümü hiçe sayarak kazandıkları toprağı bir avuç içerisinde, ulus ve devlet olma özgürlüğünü, cumhuriyet bilincini de bizlere armağan ederken öylesine güvenle geleceğe bakıyorlardı ki! Bu ne kin ve aydınlık korkusu?

Peki, bir soru: Aynı zaman diliminde ve aynı koşullarda siz olsaydınız ne yapardınız?.. Sağlığında bile yeri “münhal” olan ne çok bilmiş / okumuş ve “kiyafetsiz muhteris” var; hem de ateş bacayı sarmışken!.. “Dedim-dedi”lere, geçmişi kendi yönetiyormuş gibi yok sayan bilgelere(!) son sorum şu: Anadolu toprağına çökmüş, 12 bin yıllık uygarlıktan arta kalan bir toplum mu, yoksa topluluk muyuz? Ve boşluğa mı sürükleniyoruz?

Belkide topluca uykuya yattık, üstelik pirelenerek! Aymazlık da olabilir! Ya da hafızası olmayan bir toplum, tanımı çok yakışır sanıyorum bizlere. Yok yok, en iyisi korkusunu hızla çoğaltan bireysel yalnızlığın beslendiği toplumsal yalnızlık yakışır bize.


Cumhuriyet Tatil Otel Rezervasyon

En Çok Okunan Haberler