TÜBİTAK ve Darwin
Bilimin bu ülkeye yeniden dönüşü için, “Hayatta en hakiki yol gösterici bilim ve fendir” diyecek bir iradenin egemen olduğu yeni bir devletin kurulması gerekmiştir. Mustafa Kemal’in kurduğu, akla ve bilime dayalı Cumhuriyet, daha ilk yıllarında önemli atılımlar gerçekleştirmiş, Albert Einstein, Nazi yönetiminden kaçan bilim adamlarına yer bulmak için 10 yıllık Türkiye Cumhuriyeti’ni tercih etmiştir.
Türkiye’de bilimin lokomotifi olması gereken TÜBİTAK’ta yaşananlar, dikkatimizi ister istemez bilim tarihine yöneltiyor.
Ortaçağın, Avrupa ve tüm Hıristiyanlık dünyası için karanlık bir dönem olduğu bilinmektedir. Bu dönemden kurtulmanın ilk işareti, 16. yüzyılın ortalarında Nicolaus Copernicus’un “Gök Cisimlerinin Hareketleri Üzerine” adlı astronomi eserinin yayımlanmasıyla başlar. 1543’te yayımlanan eser, Güneş merkezli bir evreni öngörmektedir. Bu tespit büyük bir devrim niteliğinde olup, ardından başlayacak yeni araştırmalarla gerçekleşecek bilimsel devrimin başlangıcı olarak kabul edilir.
Bruno ve Galilei’nin başına gelenler
Bu dönemde ve öncesinde Hıristiyan dünyasının evrenle ilgili görüşü, “dünya merkezli” bir kabulü öngörmektedir. Copernicus’un görüşlerini benimsemek, dini reddetmek anlamına gelmekte, kimse buna cesaret edemediği gibi aksi görüş ciddiye de alınmamaktadır. Copernicus bile, ünlü eserini, hayatının sonlarına doğru yayımlayabilmiştir. Copernicus’un görüşüne, iki cesur bilim adamı destek vermiştir.
Ancak bilimsel doğruları savunmalarının bedelini çok ağır ödemişlerdir. Bunlardan İtalyan astronomi bilgini Giordano Bruno 17 Şubat 1600’de engizisyon mahkemesi kararıyla, “yakılarak” idam edilmiş, diğer bilim adamı Galileo Galilei, 22 Haziran 1633’te, Roma Engizisyon mahkemesinde yargılanmış, görüşleri baskıyla geri aldırılarak Bruno’nun akıbetinden kurtulabilmiştir.
Kilisenin bu acımasız baskısına rağmen bilim adamlarının, evren ve doğanın sırlarını çözmeye yönelik bilimsel çabaları sürmüş; başlatılan bilimsel devrimle, varsayımların ve dogmaların yerini, gözleme ve deneye dayanan yeni bilimsel açıklamalar almış, bu anlayış okullardaki eğitime de yansımıştır.
Batı, 17. yüzyıl sonlarında tamamlanan bu devrimle, ortaçağda yaşanan karanlık dönemi sona erdirmiş, 150 yılı alan bu gelişmeler, kısa zamanda, fen bilimlerinden sosyal bilimlere, özellikle de siyaset ve devlet yönetimi alanlarında etkisini göstermeye başlamıştır.
Bunlardan iki somut gelişme, Aydınlanma ve Endüstri devrimleridir. İki devrim, Batı’da bilimsel gelişmeleri hızlandırmıştır. Bu atılımlarla, 19. yüzyılda, fen ve matematik alanında, bugün kitaplarımızda okutulan hemen tüm temel bilim yasaları bulunmuş, sanayide büyük atılımlar olmuş, Batı ülkelerinin kentleri demiryollarıyla birbirine bağlanmıştır. Bu gelişmelerle, Batı, tarım toplumundan endüstri toplumuna geçişini sağlamış, 20. yüzyılda yaşanan baş döndürücü bilişim çağının altyapısı hazırlanmıştır.
Osmanlı’da yaşananlar
Osmanlı, kuruluş yıllarında ve özellikle Fatih Sultan Mehmet döneminde, askeri alanda olduğu gibi bilime yaklaşımda da Batı’dan üstündü. Ancak, İslamın bilim alanında parlak dönemi olan ortaçağda yaşanan “Gazali-İbn-i Rüşd” ikilisinin mücadelesinde, “nedensellik” ilkesini reddeden Gazali düşüncesinin medreselerde öne çıkması, 16. yüzyıl ortalarından itibaren Osmanlı yönetiminde de etkilerini göstermeye başlamıştır. Bunun ilk çarpıcı örneği, Takiyuddin Efendi tarafından yaptırılan rasathanenin 1580’de, Saray İmamı Kürdizade ve Şeyhülislam Ahmet Şemsettin’in telkinleriyle yıktırılmasıdır. Olay, Osmanlı’da bilimden kopuşun kırılma noktasıdır.
17. yüzyıla girerken, felsefe ve müspet bilimleri eğitim programlarından çıkaran Osmanlı, bilim ve teknoloji ürünü olan savaş araçlarını geliştirmede Batı’nın gerisinde kalmış ve savaşlarda yenilgiler başlamıştır. Bu durum yeni arayışlara yol açmış, sonunda Osmanlı, 1839’da gerçekleşen Tanzimat hareketiyle yönünü Batı’ya çevirmek, bilime kulak vermek zorunda kalmıştır. Ancak yüzyılların yerleştirdiği bağnazlığın yok edilmesi kolay değildir. Bunun en somut örneği, üniversite açma sürecinde yaşanmıştır.
Hoca Tahsin Efendi’nin yemini
Osmanlı’da Batılı anlamda ilk üniversite kurma düşüncesi, Tanzimat’la birlikte gündeme gelmiş ve “Darülfünun” adı verilen kurum, 1870’te açılabilmiştir. Dönemin üniversitesi, açılışından bir yıl sonra kapatılmış, Müdür Hoca Tahsin Efendi, canlıların havasız yerde yaşayamayacaklarını gösteren bir deney yapması nedeniyle görevinden alınmıştır. Batı’da eğitim gören iki nitelikli elemandan biri olan Hoca Tahsin Efendi, başına gelenleri daha sonra, şu dizeleriyle özetleyerek tarihe not düşmüştür:
“Bilgisiz kalmak şart, okuyup olgunlaşmak büyük suç
İlahi, bilim öğrenmek suçundan tövbeler olsun”
Hoca Tahsin Efendi’nin, “bir daha bilim öğrenmeye tövbeler ettiği” tarihlerde, Batı’da Aydınlanma Devrimi, Endüstri Devrimi ve Fransız Devrimi geride kalmış, büyük bilimsel buluşlar birbirini izlemiştir. Volta ilk elektrik pilini çoktan icat etmiş, Oersted akımın manyetik etkisini saptamış, Ohm, akımla gerilim arasındaki bağıntıyı, Faraday indüksiyon yasasını, Maxwel, elektromanyetizmanın temel yasalarını bulmuştur. Lavoisier ve Dalton Kimya’da devrimi gerçekleştirmiş, Darwin, “Türlerin Kökeni” adlı eserini yayımlayarak evrim kuramını ortaya atmıştır. Osmanlı’nın, ömrü bir yıl süren Darülfünun’u kapattığı yıllarda, Batı’da gen kuramı ile evrim kuramı arasındaki ilişkiler aranmaktadır. Graham Bell, 4 yıl sonra telefonu, Edison 5-6 yıl sonra gramofonu ve ampulü bulmak üzere laboratuvarda son deneylerini yapmaktadır.
Osmanlı’da, bilime zaman ayırdığı için cezalandırılan tek kişi Hoca Tahsin Efendi değildir. Tanzimat’la birlikte okullara harita ve çağdaş ders araçlarının getirilmesine karşı çıkanların, yeniliklerden sorumlu olan Mustafa Reşit Paşa’ya yaptıkları, tarih kitaplarında yazmaktadır.
Sonunda, İbn-i Sina’nın bin yıl önce söylediği gibi, “bilim, iltifat görmediği ülkeyi terk etmiş”, bilime sırt çeviren Osmanlı, bilinen sonla karşı karşıya gelmiştir.
Bilimin bu ülkeye yeniden dönüşü için, “Hayatta en hakiki yol gösterici bilim ve fendir” diyecek bir iradenin egemen olduğu yeni bir devletin kurulması gerekmiştir. Mustafa Kemal’in kurduğu, akla ve bilime dayalı Cumhuriyet, daha ilk yıllarında önemli atılımlar gerçekleştirmiş, Albert Einstein, Nazi yönetiminden kaçan bilim adamlarına yer bulmak için 10 yıllık Türkiye Cumhuriyeti’ni tercih etmiştir.
Bugün, bulunduğumuz İslam coğrafyasındaki her alanda üstünlüğümüz ve ayrıcalığımız ortadadır. İslam coğrafyasındaki nüfus payımızın yüzde 5 olmasına karşılık bilimsel yayın payımızın yüzde 60 olması nasıl izah edilebilir?
Sözün özü şu: TÜBİTAK’ta yaşanan olay şimdi akla şu soruyu getiriyor: Acaba, “hayatta en hakiki yol göstericinin bilim olduğu” gerçeği reddedilerek, bilimde ortaçağı yaşamak üzere film geriye mi sarılıyor?
En Çok Okunan Haberler
- Korgeneral Pekin'den çarpıcı yorum
- Köfteci Yusuf'tan gıda skandalı sonrası yeni hamle
- Petlas Yönetim Kurulu Üyesi Özcan, uçakta olay çıkardı
- Colani’nin arabası
- Komutanları olumsuz görüş vermedi, görevlerinden oldu
- 148 bin metrekarelik alan daha!
- '100 yılda bir görülebilecek akımın başlangıcındayız'
- Milletvekilleri Genel Kurulu terk etti!
- Erdoğan'dan Suriyeliler açıklaması
- 'Bıyık altından gülüyorsunuz'