Yaşadığımız Günler...

Yaşadığımız Günler...
Abone Ol google-news
Yayınlanma: 09.11.2011 - 10:28

“Bu, adı konulmamış bir savaştır, şehitlere alışmalıyız” diyen modern yoruma gönlüm de aklım da razı olmuyor. Medeniyet savaşa çare bulamadı, depremi önleyecek teknolojiyi geliştiremedi, ama deprem felaketine verilen kurbanların sayısı her yıl azalıyor.

Zor günler. Sözü hangisinden açacağımı bilmeden yazıyorum. Art arda bir dizi olay: 5 polisle 25 asker şehit, Van-Erciş depreminde kaybettiğimiz 600 yurttaş, binlerce yaralı, kuruluşunu kutlayamadığımız bir Cumhuriyet ve Kurban Bayramı ertesinde bir 10 Kasım! Hemen sonrasında 24 Kasım Öğretmenler Günü! Gelenekler “İki bayram arasında düğün olmaz” der; sanırım, önemli kararların aceleye gelmemesi için. Acele etmemeye çalışıyorum ama karar da veremiyorum. Attilâ İlhan’ın dediği gibi “Derdin birine çare bulmadan öbürü başgösteriyor.” Sorun, dertler mi yoksa çare arayan başlar mı bilemiyorum. Şöyle bir saymaya kalktım, 200’den fazla deyim var dilimizde “baş”la başlayan.

“Bu, adı konulmamış bir savaştır, şehitlere alışmalıyız” diyen modern yoruma gönlüm de aklım da razı olmuyor. Medeniyet savaşa çare bulamadı, depremi önleyecek teknolojiyi geliştiremedi, ama deprem felaketine verilen kurbanların sayısı her yıl azalıyor. Cumhuriyet törenini ekranda izlemektense evlerimize asmayı ihmal ettiğimiz bayraklarla yollara dökülerek kutlamayı daha anlamlı buluyorum.

Cumuhuriyeti koruma bilincine erişmiş sorumlu yurttaşlara ve çağdaş toplumlara yaraşan davranış bu olmalıdır, diye düşünüyorum.

Siyasi iradeye bağlı bilim akademisi

Ülkemizde, iki bayram arasında, şehitler, yargı şahitleri, depremler, kutlamalar ve sınırlarımıza ulaşan mali bunalımlar üzerinde köktenci kararlar alındı, hayata geçirildi. Bunlardan birisi de özerk bilim akademisi (TÜBA) yerine, kanun hükmünde bir kararname (KHK) ile siyasal iradeye bağlı yeni bir bilim akademisi kurulmasıydı. Cumhuriyet okurlarının yakından izlediği gibi, TÜBA kuruluş kanunundaki “hükümete danışmanlık” görevini yaparak, bilimsel özerkliğini korumaya, kurtarmaya çalıştı ama başarılı olamadı. İstifa eden üyeler şimdi özerk bir kuruluşun hazırlığını yapıyorlar.

“Yaşadığımız günler”den seçip sıraladığım güncel olayların ortak paydasında yetkisini gücünden, gücünü yetkisinden alanlar var. Yerküre kendini sarsacak ama yıkılmayacak kadar güçlü; “özgürlük savaşçıları” suçsuz insanları öldürmeye yetkili görüyor kendilerini.

İktidar, Cumhuriyeti kutlama törenleri yapılmasın diyecek; özerk ve yarı özerk kamu kurumlarını kapatıp yenilerini kuracak kadar güçlü davranıyor vb.

Demokratik yöntemler

Yasanın gücünü ya da iktidarın yasal yetkilerini sorguluyor değilim. Yasaları yürütmeye yetkili olan kişi ya da kurum yetkisini kullanacaktır, kullanmalıdır. Demokrasi öncesi Cumhuriyet hükümetlerinin programlarında, bazı yasaların uygulanacağı açıklanırdı, sanki uygulamamak seçeneği / yetkisi varmış gibi. Demokratik yönetimler, halktan aldığı yetkiyle “istediğim yasaları çıkardım ama yürütmüyorum,” diyebilir mi?

“Otoritenin, nihai (ilk ve son) kaynağı ya da neden demokrasi?” sorunu üzerinde düşünüyorum: Kim ne kadar sorumlu? Yetkiyi veren mi, yasayı yapan mı, uygulayan ya da uygulamayan siyasi irade mi? Toplumu ayağa kaldıran “N.Ç.” olayında, o yıllarda yürürlükte olan yasalara uygun görünen yargı kararı kamu vicdanını rahatlatan bir yanıt veremedi. Son yazımda dile getirmeye çalıştığım “Nöbetteki Yasa”ya bağladığımız umutlar bir hayalden ibaretse eğer, kime, neye güveneceğiz? (Cumhuriyet, 3 Kasım). Günlük hava durumu gibi değişkenlik gösteren “milli birlik-beraberlik” bildirilerine mi; yoksa ekranlardaki üç-dört farklı görüşlü açık oturumlara mı? Kişisel hak ve yetkilerimizi özgürce kullanıyor ve sonuçlarına toplumca katlanıyoruz. Yasaların öyle veya böyle olması sonucu belki etkiliyor ama sandığımızca değil.

Nasıl bitireyim ki zor “baş”layan bu yazıyı? Umutsuzluğa kapılmayalım, değerli okurlar: “Güneş her gün yeniden doğar ve dünya yeniden kurulur!”


Cumhuriyet Tatil Otel Rezervasyon

En Çok Okunan Haberler