‘Üniversite pazarı’nın düşündürdükleri

08 Ağustos 2018 Çarşamba

“Üniversite pazarı” başlıklı yazıma geribildirimler geldi. Bunların bir kısmı benim bir vakıf üniversitesinde de çalışmakta olmam üzerinden ne hakla böyle yazabildiğimi sorup sorgulama cihetinde oldu. Bir kısmı yaptığım genel değerlendirme dışında kalan özel/istisna olumlu verilerden hareketle haksızlık vurgusunda bulundu. Ama tabii bir yandan da “fazlası yok eksiği var” diyen, hatta üniversite bağlamında öğrenci ve hocalara “sektör ve patronaj” karşısında “iltimas” geçtiğimden dem vurarak onların da masum olmadığına dikkatimi “haşince” geçen dostlar oldu.
Ben yazdıklarımın noktasına virgülüne kadar arkasındayım; onların içerisinde savunamayacağım hiçbir şey yok ve bu geribildirimlere dilim döndüğünce cevabî açıklamalarda bulundum. Ancak bunlar arasında bir tanesi var ki gerek üslubu gerek içeriği itibarıyla daha geniş bir ilgiye açılmayı hak ediyor. Bir “can dost”, Prof. Dr. Semih Bilgen yazdıklarımın “düşündürücü” olduğu değerlendirmesiyle (ki ben onun zarafet ve inceliği nedeniyle “üzücü” demek yerine düşündürücü demeyi seçtiğini kuvvetle tahmin ediyorum!) hem karşı çıktığı hem de katıldığı noktaları belirten bir mektup gönderdi. Sevgili hocamızın mektubuna cevabımı ona gönderdim. Burada ise bir “asimetri” yaratmaktan hassasiyetle kaçınarak yazdıklarını herhangi bir karşı görüş bildirmeden paylaşacağım. Sadece köşemizin sınırları doğrultusunda, kendisinin de onayını alarak bazı kısaltmalara gittim yazısında.
Söz Prof. Bilgen’de…

***

“Çok değerli akademisyen, yazar, gazeteci Tayfun Atay’ın Cumhuriyet gazetesinde yayımlanan ‘Üniversite Pazarı’ başlıklı yazısı beni düşündürdü. Bir vakıf üniversitesinde mühendislik fakültesi dekanı olarak görev yapıyorum. Biz de aynı onun değindiği gibi sanayi ile ilişkilerimizin yakınlığından, uluslararası bağlantılarımızın güçlülüğünden, akreditasyonlarımızdan söz ediyoruz. Öğrenci adaylarına ve ailelerine bunları anlatıyoruz. Görüşlerine içtenlikle çok değer verdiğim Tayfun Hoca, ‘İnanıyor musunuz; yoksa gülüyor musunuz bu yıllardır karşımızda sergilenen, artık kanıksadığımız trajikomediye’ diye soruyor.
Ben inanıyorum Tayfun Hocam.
Ben insanlara inanmadığım şeyi anlatmıyorum. 20. yüzyılın öne çıkarttığı mesleklerden olan pazarlamacılık da bence saygın bir meslektir, ama ben kendimi pazarlamacı değil akademisyen olarak tanımlıyorum. Bana danışan ailelere, öğrencilere kendi fakültemi, kendi üniversitemi elbette anlatıyorum, ama üniversite nedir, ne olmalıdır, üniversite öğrenimi nasıl olur, nasıl olmalıdır, toplumla, doğayla ilişkilerde üniversitenin yeri nedir, bunlardan söz ediyorum.
Evet, sanayi ile ilişkilerimizden söz ediyoruz. Bu sene yeni bir program başlatıyoruz; çeşitli sanayi kuruluşlarıyla birlikte öğrencilerimiz birinci sınıftan başlayarak her düzeydeki derslerinde doğrudan doğruya sanayicilerle bir araya gelecek, onlarla akademisyenlerin birlikte tanımlayacakları projelerde görev ve sorumluluk alacaklar. Evet, uluslararası ilişkilerimizden söz ediyoruz. Ama ‘Erasmus, Erasmus, Erasmus!’ diye tekrarlamıyoruz. Evet, bizim üniversitemiz de Erasmus kapsamında yurtdışı deneyimi kazanmak isteyen öğrencilerimize destek veriyor, ama başka programlarımız da var. Dünyanın her köşesindeki yüzlerce üniversite ile anlaşmalarımız var. Akademisyen değiş tokuşu yapıyoruz. ‘Trajikomedi’ bunun neresinde?
Ya akreditasyon konusu? Yaptığınız işin sizin kendi tanımladığınız hedeflere uygun olup olmadığının evrensel ölçütlerle değerlendirilmesi gerçekten yalnızca ‘gel vatandaş, gel!’ çığırtkanlığından mı ibaret? Bence değil değerli Hocam! O akreditasyonu almak için kendi çalışmalarımıza nasıl emek harcayarak çekidüzen veriyoruz ve sonrasında da yaptığımız işin daha düzgün olması dolayısıyla kendi yüreğimizdeki, kendi sağduyumuzdaki yargıç ile nasıl daha barışık yaşayabiliyoruz; bunlar hiç mi önemli değil?
Ha, ‘-mış gibi yapmak’ konusuna gelince, bakın orada size yüzde yüz katılırım. Fildişi kulede değil, sanayi ile iş dünyası ile iç içe çalışmak; getirdiği tüm külfete katlanıp yaptığınız işin evrensel geçerliliğini kanıtlayarak akreditasyon almak ne kadar saygın işler ise, bunları ahbap çavuş ilişkileriyle kotarmak, yapmadığınız işleri yapmış gibi satmak ve sizin sözlerinizle ‘bilgi üretimini, eğitim disiplinini, eleştirel düşünceyi hiç mi hiç iplemeyen, kâr-zarar hesabı doğrultusunda ve birbiriyle yarışan girişimcilerden mürekkep bir üniversite sektörü’ içinde yer almak da o kadar utanılası, o kadar ayıptır.
‘Mış gibi yapma’ hastalığı korkunç. Yazdığınız gibi ‘Baudrillard’ın simülasyon evreninin, yani her yerde, her alanda, her mecrada tıpkısının aynısı benzetimler dünyasının eğitim/bilim/üniversite dünyasına da bulaşmış olduğu acı bir gerçek. Çok haklısınız. Ama her hastalıkta olduğu gibi, bazı organlar, bazı dokular, hastalığın dışında kalmak için çırpınıyor. Hepsini bir kalemde silmek yerine o hastalıktan kendini korumaya çalışanları kollamak, çoğaltmak gerekiyor değerli Tayfun Hocam. Ayırt etmek kolay iş değil; ama sanırım buna çaba göstermek de benzetimler dünyasının kurbanı olmamanın ilk adımı.
Saygıyla, sevgiyle…
Semih Bilgen.”



Yazarın Son Yazıları Tüm Yazıları


Günün Köşe Yazıları