Hikmet Çetinkaya

Gerçeği görüp doğruyu seçmek...

07 Şubat 2016 Pazar

Sessizlik bize göre değildi...
Umutlarımızı yitirmek.
Seven ve sevişen her şeyi yıldızlara inat, ormandaki kuşlara, böceklere inat, ağacın dallarına inat, doğan güneşe, fırtınaya, yağmura inat avuçlarımızda sımsıkı tutuyorduk.
Batık kentlerde dolaşırken kendi kendimize sormuştuk:
“Bana hayatın resmini çizebilir misin?”
Kıtlık, yoksulluk, savaşlar, kıyımlar, katliamlar...
İnsana yaşama sevinci veren neydi!
Çok eski zamanlardan kalmış acılar kuşatmıştı yüreğimizi.
Çiçekler gibi açılmış dudaklarıyla çocuklar, gençler, kadınlar, erkekler...
Miklos Radnoti’nin iki sevdalısı, yağan yağmur, miğferleriyle örtülü alınlar...
Bir yıldız kaydı ansızın...
İçimizde büyüyen o sıkıntı, o bilinmez başkaldırı belki de Czeslaw Milosz’ın dizelerinde de vardı.
Bir gri gökyüzü, yolda yürüyen insanlar...
Ölüm haberleri!
Uzaklardan gelen bir ses:
“Sen kurtaramadığım insan, dinle beni!
Anlamaya çalış bu yalın sözleri...
Bana güç veren şey, ölümcül bir darbeydi senin için...”
O sesi duyduğumuzda irkildik...
Gökyüzüne çevirdik başımızı, evrenin önceden varoluşunu düşündük.
Ağladık kimi zaman, kimi zaman güldük...
Geceleyin, içine süzüldüğümüz o kara yokluk içinde nice ihanetlere tanık olduk.
Kumral gençlik günlerimiz çok gerilerde kalmıştı...
Devrime inanmıştık o yaşlarda...
Bekledik gelmesi için, ölümlerle buluştuk, arkadaşlarımızı kaybettik...
Dürüsttük, onurluyduk, işçi sınıfının iktidar olacağına inandığımız için yollara düşüyorduk.
Bir kuşak böyle akıp geçti...
Adına “68, 78 kuşağı” diyorlar...

***

Bizim için yeryüzünün bir parçasıydı umut, çekip giden yılların türküsü...
Nice avuntular ve iç çekişler bilirim, nice acılar, kaygılar.
Yazdönümü akşamlarını...
Sonbaharı, kışı, ilkyazı, denizin uğultusunu...
Bir dalga vurduğunda kayalıklara, bir serpintiyi, bir titremeyi.
Rainer Maria Rilke’nin o derin sulara benzeyen yalnızlığını...
“Yalnızlık yağmura benzer, yükselir akşamları denizlerden...”
Uzak, ıssız ovalardan esip göklere uzanan bir tutku, bir sevda anlatılması çok güç...
Zindanlar, mazgallar, demir sürgülü kapılar...
Yüreklerde bir sığınak, biraz hüzün, biraz umutsuzluk.
Bir şiir, gecikmiş akşamlardan kalma:
“Yüzleri sabahlara dönünce sokaklar, lambalar sönünce elektrik direklerindeki, içten içe bir aydınlık düşer gölgelerin üzerine.
Bir yağmur, bir gözyaşı...
Bir kadın, bir erkek...
Sırtlarında yatak-yorgan düşmüşler yollara...
Yine göç başladı işte...
Umutlar bir başka bahara...”
Can Dündar ve Erdem Gül casuslukla suçlanan, haberleri yüzünden iki ayı aşkındır Silivri zindanında...
Adaletin terazisi adaletsizliği mi tartıyor ne, anlamadım.
Gözlerim özgür kurumları arıyor!
Vatana feda edilmiş evlatların babaları çığlık çığlığa tek katlı evlerde...
Dikili bir ağaçları bile yok.
Siz acıyı bilir misiniz, yalnızlığı, hüznü?
Hayatı bilir misiniz siz?
Sevgiyi!
Aşkı!
Emeğin örgütlü gücünü!
Sermaye-emek çelişkisini!
Yağmurla düşüp yollara koyulanlar, vatana feda edilen evlatlar...
Hayatın akışı, yalnızlık ve geçen yıllar...
Değişen bir şey yok!

***

Biz zamanı bir noktada durdurabilseydik eğer; o noktada mutlu olanların tümü sonsuzluğa dek mutlu, mutsuz olanlar sonsuzluğa dek mutsuz olacaklardı...
İlhan Selçuk bir yazısında şöyle der:
“İyi ki böyle bir noktalama olanaksızdır...”
Bizim kuşak çok şeyi göreceğini sandı, devrime inandı, inandık...
Böylesine bir görüşü kısacık yaşam sürecinin ötesindeki ufukları kapsamasını isteyip her şey gördüğümüzü sandık...
12 Mart’ta balyoz, 12 Eylül’de silindir bedenlerimizi ezdi, başımızı kırdı...
İnsanlığı istiyorduk, özgür birey olmayı.
Suçumuz insan olmak mıydı?
Bilemiyorum...  



Yazarın Son Yazıları Tüm Yazıları

Aşklar ve sevinçler... 9 Eylül 2018
Hoşça kal hüzün... 6 Eylül 2018

Günün Köşe Yazıları