Cumhuriyet Genç Yazın sizlerle (21.12.2021)
Cumhuriyet'in gençler için, gençlerle beraber hazırladığı "Cumhuriyet Genç Yazın" okurlarımızla buluşuyor.
CUMHURİYET MUCİZESİ
KAAN YEŞİLÇİMEN
MARMARA ÜNİVERSİTESİ İŞLETME FAKÜLTESİ
1215 yılında Magna Carta imzalandığından beri, aynı topraklar üzerinde yaşayan topluluklar kendi haklarını kazanarak, koruyarak ve geliştirerek ulus olmakta ve çağdaşlaşmanın, aydınlanmanın kapısını aralamaktadır.
Bizim coğrafyamızda 19. yüzyılda başlayan aydınlanma hareketlerinin ne yazık ki uzun yıllar boyunca, millet olamadığımız için tam anlamıyla başarıya ulaştığını söyleyemeyiz.
20. yüzyılda ise Türk halkı ebedi önderi Gazi Mustafa Kemal Atatürk ile bu makûs talihi bir mucize ile değiştirdi.
“Hâkimiyet kayıtsız şartsız milletindir” sözünün altını dolduran, Anadolu coğrafyasında yaşayan bu halkı yurttaş yapan ve devletin sahibi olduğunu hatırlatan Cumhuriyet, bugüne kadar milyonlarca yüreğin hikâyesini değiştirdi.
Bu mucizenin adı ise “Cumhuriyet Mucizesi” idi.
Son yıllarda ise ülkemizde yaşanan olaylar her birimizi üzüyor ve kimi zaman umutsuzluğa kapılmamıza neden oluyor. Bazı yurttaşların ise ülkeyi terk etmelerine kadar devam eden bir boyuta ulaşıyor. Oysa Cumhuriyetten önce yarı sömürge kullardık. Cumhuriyet bizi yurttaş yaptı.
Bu sıralar Türk gençliğine tıpkı 100 yıl önceki gibi tarihi bir sorumluluk düşüyor. Cumhuriyeti, düştüğü yerden kaldırma sorumluluğu. Türkiye’yi aydınlığa çıkarma sorumluluğu.
Bizim bu topraklara borcumuz var. Anadolu’da kendi başına açıp solan çiçekler bırakmayana kadar, bu ülkenin insanlarını, hayvanlarını, ormanlarını özgür günlerine kavuşturana kadar mücadele etmeye mecburuz.
Devir, eğilip bükülme devri değil, tarihi sorumluluğu üstlenerek Cumhuriyetimizi kurtarma devri. Eğer bir güç arıyorsak, çok uzağa bakmamıza gerek yok:
“Muhtaç olduğumuz kudret, damarlarımızdaki asil kanda mevcut...”
EVCİLİK
FEHMİ MARANKOS
DOĞU AKDENİZ ÜNİVERSİTESİ
Evin önündeki tahta kanepeye oturdum. Sessiz, sakin her şey. Gökte en ufak bir leke yok. Masmavi. Yalnız ileride, şu çayırlığın üstünde ufak bir bulut var. Ufacık. Tombul. Yuvarlak bir şey. İnsanın bakınca uykusunun geleceği, mutlu rüyalar göreceği cinsten. Çayırlarda yahut kimi toprak yolların kenarında boy gösteren ve puf diye üfleyince uçan şu çiçeğe benziyor.
Çocukken Burcu ve Selma ile çokça üflerdik o çiçeğe. Puf yaptık mıydı hepsi uçar, birer kuş, birer kelebek olurdu hayalimizde.
Annelerimiz yalnızca üçümüzün bir arada olmasına izin verirdi. Yaramazlık yapmazdık çünkü. Evcilik oynardık. Dondurmalar yer, karpuzlar dişlerdik. Kitaplar okurduk, Verne’ler, İzgü’ler... Evcilik oyununda bir gün Selma’nın, bir diğer gün ise Burcu’nun kocası olurdum. Sanki mahallede bir üçümüz varmışız gibi.
İlkyaz geldi mi üç katlı apartmanımızın önündeki bahçede önce dut ağacının yaprakları açardı. Kocaman bir dut. Kocaman bir gölge. Kocaman bir oyun alanı. Altındaki tahta kanepeye oturur, ya annelerimizin elimize verdiği limonataları içer kekleri yer yahut da koca bir karpuz dilimini dişlerdik. Sakin, düş kurarak televizyondaki birkaç çizgi filmden, Susam Sokağı’ndan yahut Çakmaktaşlardan bahseder, önceki akşam okuduğumuz kitaplardaki serüvenlerden söz açar, ayaklarımızı sallayarak, nemli ilkyaz kokusunu içimize çekerek saatlerin geçişinden habersiz otururduk. Saatlerin, günlerin, haftaların geçtiğini ancak yaz bitip de okulların açılması yaklaştığında idrak ederdik. Zaman demir atmazdı ki bulunduğumuz yere.
Bütün bu sakin geçen günlere, yumurtanın içinden de, olgunlaşmış, hasat edilmiş ekinlerden de sarı saçları olan, bizden bir hayli yaramaz Mert biraz hareket, hızlılık katardı. Dereye girer, yosunların arasına ellerini korkmadan, orada ne olduğunu merak etmeden daldırır, bazen bir kurbağayı, bazen yavru bir kaplumbağayı, bazense bir tatlı su yılanını çıkarır, babasının tıraş dolabından aşırdığı bir usturanın yardımıyla, kendi sözleriyle, o hayvancağızı ameliyat ederdi. Ertesi günü de babası her şeyden habersiz aynı usturayla yüzünü tıraş etmiş olurdu. Bugün düşünüyorum da böyle birisi içgüdüsel olarak vahşiliğini dizginlemek için bu vahşeti uygulamıyorsa o merakıyla zooloji bilimine birçok katkı vermesi lazım gelir. Ancak Mert bunları yalnızca bize cesaretini ispat etme, bir çeşit yakınlaşma gereksiniminden yapıyordu.
Bir keresinde sazlıkların arasında bir helikopter böceği yakalamış, onu bir cam kavanozun içine koymuş, ertesi gün bize, gece ona tutunarak Paşabeleni’nin üzerinde uçtuğuna yeminler etmişti. Bizim inanmadığımızdan şüphelenince de türlü ispatlamalara başvurmuş, onlar da kâr etmeyince “Siz de amma yaptınız! Ne yani, geceleri helikopter böceklerinin büyüdüğünü bilmiyor musunuz yoksa?” diye bilgiççe sormuştu.
Öyle işte. Kurbağa Mahallesi anılarıdır bunlar. Beni düşlere sürükleyen, yıllar öncesinden saatler... Sabahları kahvaltımız biter bitmez, babalarımız işe gider gitmez birimizin evinde rasgele toplanışımız, TRT2’de Bob Ross ile Resim Sevinci yahut Susam Sokağı seyredişimiz... Bir tuvale üçümüz birden Bob Amca gibi resim yapmaya çalışmamız...
Büyüdükçe, insanlardan, yaşamdan kopma isteği arttıkça, ikiyüzlülüklerle, yalanlarla, kötülüklerle karşılaştıkça yeniden hatırlanacak bir sığınak, yeniden dönülmek, yaşanmak, o zamana demir atmak istenilen anılar bunlar... Bazen bir şarkı, bazen bir resim, bazen bir yemek kokusu o günleri hatırlatır bize, yeniden bir düş olarak kalmış zamana geri götürür. Proust, kurabiye kokusuyla geçmişe gittiğinden bahseder. Babam da bazı yemekleri özellikle sever; tadıyla, kokusuyla o yemeklerin kendisini geçmişe götürdüğünden, sanki büyükannesinin yemeği masaya getireceğini sandığından, sakallı dedesinin patatesli bulguruna kaşığı gizlice daldırdığını yeniden hissettiğinden bahseder. Bazen daha canlı, daha diri hissediliyor o anılar, şimdiki gibi anımsadığın, olaylar, oyunlar...
Kalktım kanepeden. Binlerce anı arı sürüsü gibi üşüştü üzerime. Şurada otururduk, şurada dereye olta atardık. İlk pedal çevirdiğim toprak yol, sazlıkların arasından çarşıya kadar uzar gider. Kertenkeleler, kurbağalar yoldan kaçışır, dereye cup diye atlarlar. Sonra ilk kez, daha ilkokula giderken, İstanbul’dan buraya yazlığa gelen Şara’yla kilerde öpüşmem... Binlerce anı. Tatlısı, tatsızı... Bir daha yaşanır mı o zaman parçası? Esin Engin radyoda ne güzel söylerdi: “Dön desem yıllara geri döner mi?” Sanatçılar düş insanıdırlar, ressamlar, şarkıcılar, yazarlar...
İşte, bir anı daha. O gün Selma ile evliydim oyunda. Onunla daha fazla konuşuyorduk bu yüzden. Baktım, Burcu’nun gözleri dolu dolu... Kızarmış, yaşlar birikmiş. Ne olduğunu soramadan koştu, uzaklaştı. Peşinden gittim, apartmanın ilk basamağındayken yakaladım. Durdu. Ne olduğunu, niye ağladığını sordum birkaç defa. O hep sustu. Yalnızca bana bakmakla yetiniyordu kızarmış gözleriyle. Dayanamadım, “Mızıkçısın!” diye bağırdım. “Öyle söyleme” dedi ağlayarak. “Seni kıskanıyorum çünkü” diye bir fısıltı duyuldu sonra. Hiçbir şey anlamadım. “Yarın da seninle evleneceğim, şunun şurasında yarım gün kaldı.” “Hayır!” diye sesini yükseltti. Sinirden kızarmıştı, al al olmuştu yanakları: “Ben hep benimle evli olmanı istiyorum” dedi. Selma’ya haksızlık olacağını söyledim. “Ama Selma seni sevmiyor, ben ise seviyorum seni, hem de çok!” O günlerde ablamın okul arkadaşlarına övgüyle bahsettiği Hamsun’un Victoria’sını okumuştum. Elini kızın yanağına koyuyordu çocuk. Ben de öyle yaptım. Sıcaktı, sıcacıktı Burcu’nun yanağı. Uzandım, yanağından öptüm. Utandı, merdivenleri hızlıca tırmandı. O yaşın gururu vuku buldu bende, hep Burcu’yla evli kaldım sonra.
Daha ileriki yıllarda, bir oyundan farklı, sahici bir sevgilisinin olduğunu öğrendim. Henüz lisedeydik. Dut ağacının altındaki kanepede söylemişti. Bizden biraz büyükmüş, üniversiteye gidiyormuş. Öyleymiş işte, bana söyleme, gereksinimi duymuş. Ne yapılırdı böyle bir haber karşısında? Sustum, “Yaa” dedim, tebrik ettim, sonra onu dinledim yalnızca. O an içimde bir şeylerin kırıldığını, parçalandığını hissettim. Söylese miydim onu sevdiğimi? Ne yapardı, ayrılır mıydı sevgilisinden? Ayıplar mıydı yoksa? Bilmiyordum, yalnızca susmakla yetindim. Sevdiğimi söyleyemedim.
Sonra o yaz üniversiteleri kazandık. O Ankara’ya gidecekti, bense Kıbrıs’a. Ailesi de gidecekti onunla, taşınacaklardı. Babası postaneden emekliydi, “Belki bir gün geliriz” diyordu. Bir ağustos günü, öğle vakti, deredeki kurbağalar vıraklarken, helikopter böcekleri sazlıklar arasında uçarken sessizce, tek bir söz söylemeden kanepede oturduk. On yıl, on beş yıl önce nasılsa öyle kokuyordu Burcu. Bir ilkyaz kokusu sinerdi tenine. Bazen bana yaslandığında sanki yaşama koşulum yalnızca o kokuymuş gibi içime çekerdim kokusunu.
Bir ara göz göze geldik. Tıpkı onu yanağından öptüğüm günkü gibi yaşla doluydu, kızarmıştı gözleri. Gülümsedi. Saçları kulaklarının arkasından düzgünce taranmıştı. Başını eğdi. Dizlerine baktı. Her zamanki gibi kısaydı, dizlerinin üstündeydi elbisesi. Yıllardır hiç dokunmamıştım. Ellerine baktım sonra. Tutmak istedim. Vazgeçtim. Ağlamak geliyordu içimden. Aydın Amca’nın sesi bozdu sessizliği, “Haydi!” dedi Burcu’ya, “Gidiyoruz”. Banaysa “Allahaısmarladık evlat” diyerek veda etti. Arabalarına bindiler. Ben, annem, yıllardır anlaşamadığımız hoppa kız Selma ve annesi bahçedeydik. Burcu bana bakıyordu camın gerisinden. Bir karanfil kopardım, koştum, elini sıktım, kimseye belli etmeden karanfili avucuna bıraktım. Araba hareket etti. Beyaz gövdesiyle uzaklaşan, Aydın Amca’nın iki üç günde bir yıkadığı, sildiği arabasının arka camında küçüçük görünen Burcu’nun, sazlıklar arasında saniye saniye daha da ufalışını görünmez oluncaya dek seyrettim. Başını çevirmiş, bakıyordu. Her defasında daha da küçüldü. En sonunda araba, kurbağalı dereden sağa dönünce onu aradım, göremedim. Bir düştü artık Burcu. O an geçmişte kalmıştı.
Şu kanepe o günlerin, yirmi yıl öncesinin tanığı işte. Bir çeşit dost, sırdaş... O günler dün gibi bir şeydi. Bir rüyaydı sanki. Öyle temiz, öyle tatlı, öyle benzersiz... Bir anıdır Burcu, bir bana ait. Geldi ve geçti.
SÜSLÜ SÜVARİ
DENİZ YILDIZ
ANTALYA ANADOLU LİSESİ
Süslü süvari, seni nereye koydular?
Başına takmışsın bir ekvator çiçeğini,
Karayolunda derin su ararsın.
İncilerin boynunda kaç attan düştün
Şimdi kendi sırtına binip kaçarsın.
*
Süslü süvari,
Denizleri doldurmuşlar gözlerine,
toprağı ıslatmanın peşindesin.
Kafanda ekvator çiçeği,
Sahi kim koydu onu oraya?
Ne işin var otla sapla?Süslü süvari,
Karanlık çeşme kenarlarında
oyna kelimelerle.
Kahkahalar içinde dök saçlarını.
Atlar hep kaçtı engelden
Boş ver zaten atlayasın yoktu.
*
Süslü süvari,
Hem utan bütün renklerinden
Hem de göster hayvanlara.
Çok kız kendine
Sonra kendi kendinin sevgilisi ol,
tak incilerini.
*
Süslü süvari,
Atın da sensin sevgilin de.
Çünkü kimse atına yüklendiğin kadar yüklenmiyor sana.
kimse sevgilin kadar aşk duymuyor sana.
Üniversite öğrencileri; öykü, şiir ve denemelerini
kansu@cumhuriyet.com.tr
21 Aralık 2021 adresine gönderebilirler.
En Çok Okunan Haberler
- Suriyeliler memleketine gidiyor
- İlber Ortaylı canlı yayını terk etti!
- Yaş sınırlaması Meclis’te
- Marmaray'da seferler durduruldu!
- ATM'lerde 20 gün sonra yeni dönem başlıyor
- Apple'dan 'şifre' talebine yanıt!
- Lütfü Savaş CHP'den ihraç edildi
- Suriye’de şeriatın sesleri!
- ‘Hepinize test yapalım, bakalım kim ne kadar geçiyor!’
- Erdoğan'ı protesto eden gençlere işkence iddiasına yanıt