İçerden kuşatılan kurumlaşmalar…

26 Ekim 2015 Pazartesi

Sabahattin Eyuboğlu yaklaşık 60 yıl önce bir denemesinde özetle şöyle yazmıştı: “Ülkemizdeki kurumlaşma girişimlerinde en sık rastlanan hastalıklardan biri de ne yazık ki ‘benlik davası’ gütme tutkusudur. Olumlu bir amaç, bir imece için beş altı kişi bir araya gelmeye görsün, günün birinde aralarından benlik davası güden biri çıkar ve her şeyi bozmaya, yıkmaya koyulur…
Aradan geçen yıllar içersinde bu hastalık ülkemizde, azalmak bir yana, iyice yaygınlaştı. Neredeyse aydınlarımız(!) çoğaldıkça, daha bir “kurumlaşamaz” olduk. Bütün bunları, geçenlerde benimle dertleşmeye gelen bir genç dostumun anlattıklarını duyunca, bir kez daha düşünmeden edemedim.
Gerçek bir aydın olduğuna kesinlikle inandığım bu genç dost, 3-4 yıl önce İstanbul’da inandığı yol arkadaşları ile birlikte düşüncede yoğunlaşmayı, düşünce eğitimini, sanatın her alanında eleştirel düşünmenin önemini, her alanda özgürlüğü ve her şeyden önemlisi, “Aydınlanma” ilkesini mesele edinen bir atölye, bir imece odağı kurmuştu. Ama şimdi, bir zamanlar gözbebeği olan bu kurumla arasına artık bir “mesafe” koymuştu. Çünkü yaklaşık iki yıllık çok verimli bir imece atmosferinin ardından, Sabahattin Eyuboğlu’nun bir zamanlarki uyarısı bir kehanete dönüşmüş, bir iki benlik davası heveslisi o kurumda da ortaya çıkarak kendi “Ben”lerini, ne pahasına olursa olsun “bir şey olma” heveslerini atölyenin amaçlarına yeğlemeye başlamışlardı. Ve nihayet başlangıçtaki o güzelim “Biz”in yerini alan kısır “Benleşme” tutkusu, her şeyin sonunu getirmişti.
Kusura bakma, ama senin hatan!” dedim genç dostuma, eski deneyimlerimi hatırlayarak. “Neden Hocam” diye sorduğunda da şöyle yanıtladım: “Çünkü ameliyat yapmakta geciktin! Bazı hastalıklar ilaçla iyileşmez. Hastalıklı kısmın o organizmadan kesilip alınması gerekir! Hastalığın yayılması ancak böyle önlenebilir!
Peki, kimlerdir çok verimli bir imecenin, birlikte insanca bir üretimin içindeyken böyle ansızın ortaya çıkıp her şeyi bozanlar? Bu noktayı yeterince eleştirel bir bakış açısıyla çözümlemeden bir çare bulabilmek olanaksızdır.
Kimlerdir” diye sorduğumuz bu kişiler, aslında kimliksizdirler, birer “hiçkimse”dirler, ve sorunun ana kaynağı da budur. “Birlikte üretmek”, aslında onlara yabancıdır, çünkü bu birlikteliğe katabilecekleri, böylece de o imeceyi zenginleştirebilecekleri, bilgi ve birikim yoluyla önceden belli bir olgunluk düzeyine vardırdıkları bir “Ben”leri yoktur – ya da, Ingeborg Bachmann’ın ünlü deyişiyle, “…kendisi için ‘Ben’ diyebilmek, ancak düşünen insanların harcıdır!”
Oysa sözünü ettiğimiz “benlik yoksunları”, girdikleri her ortamda: “Buraya ne katkıda bulunabilirim? diye değil, fakat: “Burada ne olabilirim” diye sorarlar. Kısacası, böylelerinin hedefi hep bir şey olabilmek’tir – bu “şey”, yalnızca bulundukları kurumları canlarını dişlerine takarak kurmuş olanları yerli yersiz ve eleştirmek(!) adına karalayarak, birilerinin övgülerini kazanmak olsa bile: “Vay be, ne adammış! Falancaya bile posta koydu!
İnsanca amaçlarla kurumlaşmalar amaçlayan bütün gençlere tavsiyemdir: Kurucusu olduğunuz yerlerde böyleleri ile karşılaştığınızda, kurayım derken kuşatılmak istemiyorsanız, onları ameliyatla uzaklaştırmaktan çekinmeyin!  



Yazarın Son Yazıları Tüm Yazıları


Günün Köşe Yazıları