Bir şulesi var ki...

22 Aralık 2020 Salı

Dün benim için önemli bir gündü. Yok yok, hatırlamaya uğraşmayın! Öyle önemli bir kutlama veya yas günü değil.

Pek olasıdır ki büyük bir çoğunluk için anımsanacak bir şeyi simgeleyen bir gün de değildir 21 Aralık. O sadece meşrebinize veya üzerinde yer aldığınız yarımküreye göre, ya en kısa gün ya da en uzun gecedir.

Kimileri yaşamı bir gündüzgece çelişkisi, aydınlık ile karanlığın karşılıklı birbirleriyle mücadelesi olarak görürler.

Bu didişmede, insanlar bütün iyilikleri bütün olumlulukları gündüzün tarafına yüklemiştir. Öyle ya! Yaşam aydınlıktır, umuttur, berekettir. Gece ise yokluktur, ölümdür, umutsuzluktur

***

Bu durumda gündüz ile gecenin dinmeyen savaşımını iyi ile kötünün savaşımı olarak nitelemek de mümkündür. Eğer öyle ise burada, bir zamanlar Melih Cevdet Anday’ın da sorduğu şu yaşamsal soruyla karşılaşıyoruz:

Önce hangisi vardı?

İyiliklerin, yaşamın simgesi gündüz mü, yoksa gece mi?

Bu sorunun yanıtı ne olursa olsun, başka bir sorunun gelmesini engellemiyor:

Peki, ne oldu da ikisinin sırayla birbirlerinin yerini aldığı bir döngüye dönüştü olay?

Fevzi Açıkalın, dünkü “En uzun gecenin zifiri karanlığında başlıklı” çok ilginç yazısında Einstein’a atıfla karanlığın olmadığı, karanlığın ancak ışık azlığı demek olduğunu söylüyor ya da benim bu konu her açıldığında karmakarışık olan aklım yazılanı böyle algılıyor.

Her neyse, ben işin karanlık yönünü, en karanlık gün olan 21 Aralık’ta pek düşünmem de özellikle sürekli olarak her gün karanlığın aydınlığı kemirdiği sürecin sona erdiğini, gündüzün yani aydınlığın ilerleme döneminin başladığını düşünür keyiflenirim hep.

Gençliğimde 21 Aralık’ın karanlığında 21 Haziran’ın aydınlığını, o upuzun günü yaşamanın keyfiyle karakışta bahar türküleri çığıran şaşkına hayretle bakanlar olmuşsa da pek fark etmedim.

Hatta, 21 Aralık’ta 21 Haziran’ı yaşayan tutumumu, iyimserlik, ileri görüşlülük olarak yorumlayıp kendime yersiz bir övünç payı çıkardığım da olmuştu. Ama sonra farkına vardım ki “her gecenin bir sabahı vardır” deyişi, yıllardır her dilde olduğuna göre, insanlar çok önceden de 21 Aralık’ta, 21 Haziran’ı yaşamak hünerini göstermişlerdir.

Zaten biraz daha düşünürsek, her gecenin bir sabahı olduğu avuntusu da bir züğürt tesellisi olmaktan öteye geçemez. Öyle ya, her gecenin bir sabahı olduğu ne kadar doğru bir saptamaysa her sabahın bir akşamı olduğu da o kadar doğrudur. Bundan sonra “21 Aralık’ta 21 Haziran’ı yaşadığına göre, 21 Haziran’da neyi yaşıyorsun ” sorusu geliyor akla.

21 Haziran en uzun günde de geleceğin karanlığına bakmaktan çok, hiç ama hiçbir şeyin durağan olmadığını, her şeyin değişken olduğunu düşünürüm ve kendi kendime sorarım, en uzun gecede en uzun günü yakalamaya kalkmasaydım, yine böyle en uzun günde de onun keyfini çıkaracağım yerde karanlığın üstün gelme sürecinden hüzünlenmek durumunda kalır mıydım?

Kafamda bu soruya olduğu gibi, karanlıkta durup aydınlığın muştusunu koklamanın mı, yoksa aydınlıkta iken karanlığın boğuntusundan tedirgin olmanın mı daha kötü olduğuna da yanıt bulamadım.

İş oraya kadar uzayınca, yaşamda her şeyin değişken olduğu, tek değişmeyenin değişimin kendisi olduğu görüşüne sığınacakken tam, birden onun da o kadar doğru olamayacağını, yaşamda her şey değişse bile ölümün kalıcı ve değişmez olduğunu düşünürken, bana göre şimdiye kadar terennüm edilmiş en güzel beyit olan Şeyh Galip’in şu beyti gelir aklıma:

Bir şulesi var ki şem-i canın

Fanusuna sığmaz asumanın”.

Yaşasın Şeyh Galip, can mumunun o minicik şulesi ile evreni aydınlatarak sorunu çözdü!

Peki, ya can mumunun alevi sönünce?..

Görüyorsunuz, dün önemli bir gündü. 



Yazarın Son Yazıları Tüm Yazıları

İyi insan 19 Mart 2024
Laiklik nedir? 6 Mart 2024
Yıldönümü 3 Mart 2024

Günün Köşe Yazıları