Ayşe Emel Mesci

Atlarına binip gitmesinler

09 Mart 2015 Pazartesi

Umarım Yaşar Ağabey ile birlikte İnce Memed’lerin, Demirci Hüso’ların dünyası sona ermiş olmasın

Adana renkli ve zorlu bir kenttir. Çukurova da öyle. O bölgede, Yılmaz Güney’in “Endişe” filmi çekilirken uzunca bir süre kaldım. 40 yıl önceydi. Eski ile yeninin kent sınırları içinde bile köşe kapmaca oynadığı, en uçsuz bucaksız yoksullukla Türkiye’nin en büyük sermaye gruplarından birinin birlikte boy attığı bir toprak kalmış belleğimde. Hatırlarsınız, Yılmaz Güney’in “Endişe” filmi traktörün arkasındaki römorka bindirilmiş mevsimlik tarım işçilerinin görüntüleriyle başlar. Araç bir tabelanın yanından geçer, “Adana” tabelası “Adasa” yapılmıştır. Adana’nın bir özelliği de bugün olduğu gibi o gün de “göç” toprağı olmasıydı.

Edebiyatçılar kenti
Adana ve Çukurova aynı zamanda bir edebiyatçılar, yazarlar, sanatçılar kenti, bölgesi. Bir solukta sayabileceğim isimler: Orhan Kemal, Yılmaz Güney, Demirtaş Ceyhun, Muzaffer İzgü, Turan Oflazoğlu, Adanalı olmasalar da kendilerini ilk gençliklerini geçirdikleri bu kente ait hisseden Turhan Selçuk, İlhan Selçuk, sayamadığım daha pek çok isimi Ve tabii Yaşar Kemal.
Yaşar Kemal’i ilk olarak 1971 tutuklamalarında tanıdım. Temmuz ayındaydık. Seçkin Cılızoğlu (Selvi) ile birlikte Sansaryan Han’ın en üst katında tutukluyduk, oradaki masaların üzerinde yatıp uyuyorduk. Bir gece ortalık karıştı, vurucu timler hazırlandı. Baskına gidiyorlardı. Geri geldiklerinde önce Azra Erhat’ı, sonra da Yaşar Kemal, Tilda Gökçeli, Vedat Günyol, Sabahattin Eyüboğlu ve Magdalena Ruffer’i getirdiler. “Büyük” operasyon tamamlanmıştı. Sonra bizi Sansaryan’dan Maltepe Cezaevi’ne gönderdiler. Yaşar Ağabey’i bırakmışlardı. Kadınlar koğuşunda Magdalena Ruffer, Azra Erhat ve Tilda Gökçeli ile birlikteydik. Sabahattin Eyüboğlu ise erkek tutuklularla beraberdi. Görüş günlerinde Yaşar Ağabey elleri kolları filelerle, sepetlerle dolu kapıya dayanır, “Kızlar ben geldim” diye moral dağıtırdı herkese.
1993’te Türkiye’ye döndüğünde tutuklanan -ve 2009’dan beri hâlâ “tek kişilik bir örgüt” davasıyla hapiste tutulan? Sarp’ın (Kuray) mahkemesine de aynı heyecanla koşup gelmişti Yaşar Ağabey. Bizim kuşak ve sanırım sonrakiler Yaşar Ağabey’i o muhteşem kitaplarının yanında asıl böyle tanıdık zaten: O kocaman bir beden, kocaman bir yürek, kocaman kahkahalar ve kocaman bir sesti. Bütün dünyayı içine alacak kadar büyük bir yürek, bütün dünyanın acısını yansıtabilecek kadar güçlü, başın dara düştüğünde yanında hissedebileceğin bir ses.
Yaşar Kemal, Demirci Hüso’nun “sabahlara dek kapısından dışarıya, karanlığa top top kıvılcımlar fışkıran” dükkânıyla bir anlamda bütünleşen Ağrı Dağı gibiydi. Sanki hep vardı, hiç gitmeyecek gibiydi.
Sadece Yaşar Kemal’in değil, yukarıda saydığım Adanalı sanatçılarımızın çoğunun gözlerini açtığı, içinde yetiştiği, edebiyatta büyüdüğü dünya, tüm yoksulluğun, sömürünün ve baskının yanı başında umudun da filizlendiği, daha iyi bir dünya hayalinin kurulduğu, bu hayalin Yaşar Ağabey’in betimlemeyi öylesine sevdiği yaban çiçekleri gibi serpildiği bir dünyaydı.
Sevgili Magdalena Ruffer öldükten sonra Yaşar Ağabey, “Magdi’nin ölümüyle bir dünya da sona erdi. Bu Sabahattin Eyuboğlu’nun dünyasıydı. Azra Erhat’ın dünyasıydı. Halikarnas Balıkçısı’nın dünyasıydı...” demişti.
Umarım Yaşar Ağabey ile birlikte İnce Memed’lerin, Demirci Hüso’ların dünyası sona ermiş olmasın. Atlarına binip gitmesinler.
“Bir zamanlar bu şehirde konuksever, sıcak yürekli, dost canlısı iyi insanlar; ceren gibi, kırmızı mercan gözlü, uzun boyunlu, kalem kulaklı, suna gibi cins atlar vardı. Onlara ne oldu? O iyi insanlar, o güzel atlara bindiler çekip gittiler...” (“Demirciler Çarşısı Cinayeti”).  



Yazarın Son Yazıları Tüm Yazıları

Buzdağının altı 4 Kasım 2024

Günün Köşe Yazıları