Ayşe Emel Mesci

Dönemlerle düşünmek

14 Mart 2016 Pazartesi

Çocukluk ve gençlikte insana, önünde sonsuz bir zaman uzanıyormuş gibi geliyor. Çünkü yaşamın henüz tüketilmemiş, hatta hiç denenmemiş sonsuz olasılığı ufukta bekliyor. Sonra yıllar geçtikçe olasılıkların artık azaldığının, pek çok beklentinin gerçekleşmeyeceğinin, bazılarının ise denenip tüketildiğinin ayırdına varılıyor. Yaşlanmak böyle bir şey... Kişisel bir tarih şekillenmiş ve çocuklukta durulup ufka bakılan nokta artık sayısız fotoğraf karesinden biri haline gelmiş oluyor. Geçen gece şöyle söylerken yakaladım kendimi: “Her şey bir rüyaymış sanki, geldi geçti.”
Öyle ya, belleğimde silinmez izler bırakmış, mıh gibi çakılmış olayların, resimlerin pek çoğunun ömrü yarım asra yaklaşmış, o kadar yakın ve o kadar uzak...

Geçmişini düzene sokmak
İnsan geçmişini bir düzene sokma gereksinimi duyduğunda, “dönemlendirme” aracına başvuruyor. Tarih araştırmalarında da geçerli olan bu yöntem, insanın kendi kişisel tarihini düşünmesinde de işe yarıyor aslında. Herhalde 20. yüzyılın ikinci yarısında olağan demokratik bir ülkede dünyaya gelmiş olsaydık veya “memleket meseleleri” ile uğraşmak, “sorumlu aydın” gibi davranmak diye dertlerimiz olmasaydı, kişisel dönemlendirmelerimizde evlilik, doğum, terfi, vb çok daha bireysel anlar öne çıkardı.
Bizde pek öyle olmadı. Dönemlerimizi darbeler, ölümler, hapisler, sürgünler belirledi genellikle. Çocukluğumun belirleyici anılarında, tam ortasından ikiye bölünmüş, gençleri CHP’li, orta yaş ve üstü DP’li kalabalık bir ailede 27 Mayıs hep merkezdeydi; sonra 12 Mart’ı ve 12 Eylül’ü yansımalar yoluyla değil, bizzat tecrübe ettim. Birinde hapis, diğerinde sürgün... Ve ölenler, ölenler, ölenler...

12 Mart
Tam 45 yıl geçmiş 12 Mart muhtırasının ve sola karşı başlatılan sürek avının üzerinden. Bu kıyım, her şeye karşın, 12 Eylül sonrasındaki kadar uzun ömürlü ve kalıcı, kurumsallaştırılmış hale getirilememiş, 1974’te Ecevit hükümetinin çıkardığı genel af ile kesintiye uğramıştı. Fazla değil, 6 yıl sonra, Kenan Evren ve şürekâsı Memduh Tağmaç’ların, Faik Türün’lerin yarıda bıraktıklarını tamamlamak ve tabii ki dikensiz gül bahçesi isteyen sermaye sınıfının isteklerini yerine getirmek üzere geldiler yeniden.
Benim kuşağımın ve sonra da 1978’lilerin daha adil bir dünya uğruna öne atılmış bireylerinin ömrünü bu salınımlar belirledi. Zülfü Livaneli’nin o güzelim şarkısındaki, “Ölüm hep bana/ Bana mı düşer usta? (...) Hasret hep bana/Bana mı düşer usta?” (şiir: Refik Durbaş) sözleri en az iki, üç kuşağın en az 20 yılının özeti oldu. Benim geçmişimin dönem belirleyen olayları içinde 12 Mart belki de en önemlisiydi; yakın tarihimiz açısından bakıldığında da 12 Eylül’e ve Özal dönemine, oradan da bugüne gelen yolun başlangıcıydı. Bu süreçte Türkiye’nin önemli toplumsal dinamikleri darmadağın edildi, son derece sistemli ve planlı bir çabayla toplum, üzerine çöken/ çökebilecek her türlü faşist, otoriter, vb rejim karşısında giderek örgütsüz, yani savunmasız bırakıldı; Cumhuriyet’in tüm temel kazanımları adım adım değersizleştirildi, KİT’ler gibi onların da içi boşaltıldı, her türlü saldırıya açık hale getirildi. Bugünlere böyle gelindi.  



Yazarın Son Yazıları Tüm Yazıları

Buzdağının altı 4 Kasım 2024

Günün Köşe Yazıları