Ayşe Emel Mesci

Kolay değil

06 Kasım 2017 Pazartesi

Sanıyorlar ki inşaat ile her şey hallolur. En büyük adalet sarayını, en büyük havalimanını, en büyük köprüyü inşa ettin mi adalet meselesi de, ulaşım meselesi de hallolur sanıyorlar. Hallolmuyor tabii ki. Tam tersine adalet saraylarında adaleti arar hale geliyoruz, İstanbul’un ulaşımı için fazla bir şey söylemeye zaten gerek yok. Kent silueti diye bir şey neredeyse kalmadı; kişiliksiz, kimliksiz, manasız plazalar (ne kadar meraklıyız “saray” lafına) eski siluetin tepesine konmuş alıcı kuşlar gibi pençelerini hepimize uzatıyorlar. Bizdeki iktidarla bütünleşmiş müteahhit zihniyeti ile kent uygarlığı bağdaştırılması oldukça güç kavramlar. Bunun acı sonuçlarını her gün ama her gün tecrübe ediyoruz.

Atatürk Kültür Merkezi
Taksim Meydan’ının kalbi AKM’ydi. Yıllardır bilinçli olarak çürümeye terk edilen AKM, konserleri, baleleri, operaları, tiyatroları, sahneleri, stüdyoları, sanatçıları ve seyircisiyle kentin en merkezi meydanıyla bütünleşmişti. Sahne sanatlarının, özellikle de tiyatronun kent yaşamıyla, kent uygarlığıyla iç içe geçmişliğinin İstanbul ölçeğindeki simgesiydi.
Şimdi AKM yıkılıp yerine çok daha modern, çok daha büyük bir opera binası inşa edilecekmiş. Konunun mahkeme süreçleriyle, koruma kurulu kararlarıyla, çeşitli hukuksuzluklarla, vb. ilgili yanlarını, hatta acaba Taksim için düşünülen yeni bir dizaynın kamuflajı mı sorularını bir kenara bırakıyorum. Belleğimdeki örneklerden söz etmek istiyorum.
Türkiye’de modern tiyatronun kurucu ocakları sayılabilecek Darülbedayi de Ankara Devlet Konservatuvarı da -biri Osmanlı, diğeri Cumhuriyet dönemlerinde- faaliyetlerine öyle dev gibi binalarda değil, apartmanlarda başladılar: İstanbul’da Letafet Apartmanı, Ankara’da Evkaf Apartmanı (bugünkü Küçük Tiyatro). Daha sonra bu okullardan tiyatrolar doğdu, onları sahneler izledi. Ama temel mesele tiyatroya, operaya, baleye verilen önem ve o binaların içinde yaratılan ruh, sanatı yurt sathına yayma isteğiydi. İstanbul’da Şehremini Dr. Cemil Topuzlu (tıpkı Ahmed Vefik Paşa’nın Bursa’da yaptığı gibi) tiyatronun kent yaşamına katılmasının önemini kavramış bir aydındı. Cumhuriyet döneminde ise Mustafa Kemal Atatürk’ün toplum projesinde sanatın zaten ayrıcalıklı bir yeri vardı. Muhsin Ertuğrul ve arkadaşlarının Ankara turnesinde onlara okul sözü vermiş; 1936’da da Nazi Almanyası’ndan kaçan Carl Ebert’i Ankara’ya davet etmiş, ondan bir devlet konservatuvarı kurmasını istemişti. Atatürk, “Ne kadar zaman istersiniz böyle bir iş için, 5 yıl yeterli olur mu” diye sormuş, Ebert “Biraz zor” cevabını verince de üzülmüş, ama yine de desteğini ölümüne dek esirgememiş ve ne yazık ki Devlet Konservatuvarı’nın açılışını görememişti.
Bu “kuruculuk” zihniyeti ile günümüzdeki “bina inşa ederek ilerleme” zihniyeti arasında ne yazık ki çok derin bir uçurum var. “Kuruculuk” zihniyeti ayrı bir bilgi, değişik ilgi alanlarında zengin bir birikim, farklı bir Türkiye tasavvuru ve siyasi aidiyete bakmaksızın yetkin, liyakat sahibi insanları bir araya getirebilme becerisini gerektiriyor. O insanlar gerektiğinde yurtdışından, Nazi Almanyası’nın hışmına uğramış akademisyenler, sanatçılar arasından aranıp bulunuyor. Üniversiteler, konservatuvarlar böyle kuruluyor. Bu, gerçek bir özgüven ifadesidir. Bina yapmakla elde edilmez.
Atatürk Kültür Merkezi’ni önce yıllarca çürütmek, sonra da bugünün OHAL koşullarında yıkmak (yerine yenisi yapılacak bile olsa, AKM’ye ve İstanbul’un kültür hayatına 10 yıla yakın bir süre reva görülenler “yıkım” sözcüğünü ister istemez öne çıkarıyor) kolay olabilir, ama Atatürk’ün Türkiye’deki izlerini, o “kurucu” zihniyetin dönüştürücü mirasını yok etmek kolay değil...



Yazarın Son Yazıları Tüm Yazıları

Buzdağının altı 4 Kasım 2024

Günün Köşe Yazıları