Ayşe Emel Mesci

Post-gerçeklikte sanat

03 Ekim 2016 Pazartesi

Başlıkta kullandığım “post-gerçeklik” kavramını Nilgün Cerrahoğlu’ndan ödünç aldım. Cerrahoğlu Cumhuriyet’te 15 Eylül ve 1 Ekim tarihlerinde çıkan iki önemli yazısında bu düşündürücü, hatta çağımız üzerinde kara kara düşündürücü kavramı anlattı, sorguladı. “
‘Gerçeklerin’ mutlak değerlerini kaybedip algıya açık hale geldiği bu çağa ‘post-gerçeklik çağı’ deniyor. ‘Postgerçek’, yalanlar üzerine inşa edilebileceği gibi, ‘tatlandırılmış’/ ‘hormonlanmış gerçek’ karşılığında da kullanılıyor.”

Algı operasyonları
Böyle bir düzende, örneğin siyasetçinin yalan söylemediğini ispat etmek, yolsuzluk yapmadığını ispat etmek gibi bir derdi kalmıyor; çünkü “mutlak gerçekten bağımsız, kendi yarattığı gerçekler üzerinden siyaset” yapıyor, medya gücüyle algı operasyonları düzenleyerek kendi yarattığı gerçeğe “mutlak gerçek” statüsü kazandırmaya uğraşıyor, hepsi bu...
İnsan uzunca bir süredir hem dünyada hem bizde yaşananları gözden geçirince, postgerçeklik kavramının bir karşılığı olduğunu tüyleri ürpererek teslim etmek durumunda kalıyor. Tüyler ürpertici bir durum, çünkü rasyonel tartışma düzleminden çıkıp, “kendi yarattığı gerçekliği” deli gömleği gibi herkesin sırtına geçirmeye çabalayan “Başkanın Adamları”nın (yönetmen Barry Levinson, 1997) irrasyonel düzenler dünyasına girmiş oluyoruz.
Konusunu tarihten alan edebiyat eserleri, tiyatro oyunları veya filmler değerlendirilirken, şöyle bir cümle kurulur sık sık: “Sonuçta bu bir sanat eseri, tarihsel gerçekliğin bire bir kopyası olmak zorunda değil, yazar/yönetmen kendi yorumunu katma hakkına sahiptir.” “Post-gerçeklik” dünyasının siyasetçisi de demek ki bu değerlendirmeden yola çıkıyor, diye düşünmeden edemiyorum; gerçekliğe yönelik “kendi yorumunu” (ya da yalanını) üreterek yol alıyor, ortaya çıkan “eser”in rasyonel veya irrasyonel olması hiçbir önem taşımıyor, önemli olan “zihinsel billboard”ları istila etmeye yetecek çapta bir algı operasyonu yürütülebilmesi...

‘Gişe kaygısı’
Toplumsal gerçeklikler üzerine bina edilmesi gereken (ya da bizim öyle sandığımız) siyaset, kapılarını ardına kadar kurmaca (fiction) alanına açmış da biz pek farkına varamamışız... Biz hâlâ “Bu hiç rasyonel değil, niye yapıyorlar” diye kafa yorarken, kendi yarattıkları “hikâyelerin” kahramanı kesilenler hep yol alıyor, çünkü onların rasyonaliteye ve gerçeğe ihtiyacı yok, tek dertleri “film”lerinin yeterli gişeyi yapmasını sağlayabilmek, bunda da başarısız oldukları söylenemez.
“Biz ve onlar” ayrımının, toplumda kutuplaştırmanın inatla sürdürülmesinin, gerçek bilginin, bilimin, entelektüel birikimin aşağılanmasının, aydın düşmanlığının yaygınlaştırılmasının temel nedeni bu “gişe kaygısı”...
İyi de “post-gerçeklik” ne olursa olsun, istenirse “tüm zamanların en iyi filmi” çekilmiş, en kapsamlı algı operasyonu yürütülmüş olsun, ülkenin ve dünyanın geldiği duruma bakınca başarıdan söz etmek mümkün mü? “Başkanın Adamları” filminin trajikomik sonunu unutmak mümkün mü?
Sanat, bu “post-gerçeklik” günlerinde postunu siyasete kaptırmak istemiyorsa, gerçekliğe kapılarını ardına kadar açmak, “kral çıplak!” diye avazı çıktığı kadar haykırmak zorundadır.  



Yazarın Son Yazıları Tüm Yazıları

Buzdağının altı 4 Kasım 2024

Günün Köşe Yazıları