Ayşe Emel Mesci

Sorun tiyatroda değil devlette

25 Kasım 2013 Pazartesi

SOVYET TİYATROSU DENEN OLGU KENDİ İÇİNDE BÜYÜK ÇATIŞMALARLA İLERLEMİŞ AMA ÖYLE VEYA BÖYLE 20. YÜZYIL TİYATROSUNU ŞEKİLLENDİRMİŞTİR

>“Sovyet modeli”nden çıkarılacak dersleri iyi tartışmakta gerçekten yarar olabilir: Belki o zaman soruyu, “devletin tiyatrosu olur mu” gibi kısır bir noktadan, “devlet nasıl olmalı, sanata nasıl davranmalı?” gibi asıl tartışılması gereken ama nedense hep üstü örtülen bir mecraya taşımak mümkün olabilir.

Terimlerin, tanımların yerli yersiz havada uçuştuğu bir ülke Türkiye. Sözel, söylemsel alışkanlıklarımız sanki yerçekiminin olmadığı bir gezegene göre ayarlanmış. Ayakları bir türlü yere basamıyor. Aslında bunda şaşılacak bir şey yok. Bu ülkede söz değerini yitireli, yozlaşalı, hafifleyeli çok oldu. Bu ülkede ortak akıl çoktandır rafa kaldırıldı, bilgi ile beslenen ve düşünerek edilen kelamın gücü çoktandır unutuldu. Varsa yoksa polemik, varsa yoksa Pyrrhus zaferleri… Kazandığımızı zannederken ve belki kısa vadede gerçekten de üstünlük sağlarken öyle şeyler yitiriyoruz ki, Pyrrhus’tan beter…
Özelleştirme dalgası
Bir dönem çok modaydı. “Özelleştirme” dalgasının önündeki engelleri temizlemek için, kamu iktisadi teşekkülleri (KİT) ve “devletçilik” anlayışı sürekli topa tutulurdu. Bu taarruzda kullanılan temel metafor obüslerinden biri, Türkiye ile Sovyet modeli arasında paralellik kurmaktı. “Bu sistem bir tek Sovyetler’de vardı” dediniz mi akan sular dururdu. (Ya da öyle sanılırdı.) Sonuçta, hem kolektif belleğimizde epey derinlere kök saldığı varsayılan geleneksel “komünizm” ve “Moskof” düşmanlığından yararlanılmış, hem de yıkılmış, yani geçersizliği kanıtlanmış bir sistem üzerinden gerekli kötüleme salvosu gönderilmiş olurdu. Tansu Çiller’in 1990’lı yıllarda bu şevkle söylediği “Dünyada tek komünist ülke kaldı: Türkiye” vecizesi, siyasi hayatımızın unutulmazları arasındadır.
Ekonomiden çok anlamıyorum. Sovyetler’deki o ekonomik sistemle bizim devlet eliyle kapitalist yetiştirme serüvenimiz birbirine benzer mi benzemez mi bilemem. Takip edebildiğim kadarıyla, bu konuda da kestirme metaforlarla yola çıkıp “tarihin sonu geldi” çığlıkları atmanın, iktisat tarihi ve bilimi çevrelerinde bizde yaygarası koparıldığı kadar kesin bir onay görmediği izlenimi uyandı bende. Sovyetler’deki sistem yıkıldıktan sonra yaşanan sefalet tabloları da bu konuda en azından düşündürücü olmalıdır kanısındayım. Kısaca not düşeyim dedim.
Tiyatroda ‘Sovyet modeli’
Ama, iş tiyatroya geldi mi bilirim. Yani tiyatroda “Sovyet modeli” dediniz mi onun ne olduğunu, ne olmadığını üç aşağı beş yukarı kestiririm. Sovyet tiyatrosu denen olgunun, kendi içinde büyük çatışmalarla ilerlediğini, ama öyle veya böyle 20. yüzyıl tiyatrosunu kesinlikle şekillendirdiğini, yön verdiğini bilirim. 1920’li yıllarda ABD dahil tüm dünyadan tiyatrocuların nasıl akın akın Sovyetler Birliği’nde tiyatro alanında yapılanları izlemeye koştuğunu okumuşumdur. Bunları öğrenmek isteyenler için değerli hocam, modern Türk tiyatrosunun kurucusu Muhsin Ertuğrul’un sevgili Prof. Dr. Özdemir Nutku tarafından yayına hazırlanmış, “Benden Sonra Tufan Olmasın” adlı kitabındaki anılarını okumak yeterli olacaktır. Fransa’da o dönemde yetişmiş Louis Jouvet gibi önemli tiyatrocuların anılarını karıştırırsanız, 1930’lu yılların başlarında Batı’ya turne yapan Sovyet tiyatrolarının nasıl bir dikkat ve hayranlıkla izlendiklerini görürsünüz. Stanislavski, Meyerhold, Vahtangov, Tairov, hatta Ayzenştayn, daha yakın zamandan Liubimov, Efros ve daha niceleri… Bunlar Rus-Sovyet tiyatro ekolünün dünyaya armağan ettiği tiyatro devleridir. Eşdeğerlerini bulmak biraz zordur. Yazarlara, bestecilere, oyunculara, balerinlere, baletlere ise hiç girmiyorum bile.
Ama madalyonun bir de diğer yüzü var. Ali Berktay tarafından derlenmiş “Tiyatro-Devrim ve Meyerhold” kitabının sayfalarını biraz karıştırır, Liubimov’un “Kutsal Ateş” kitabında anlattığı anılarına, ünlü besteci Şostakoviç’in anılarına vb. bir göz atarsanız, yukarıda bazılarının isimlerini sayabildiğim öncü yaratıcılar, yaratıcı kuşaklar çıkarabilmiş bir tiyatro ekolünün nasıl trajedilerden geçtiğini, o “model”in idari sisteminin insanı öğüten çarklar halinde nasıl işlediğini de görürsünüz.
Ve o zaman sorunu doğru koymak gerektiğini anlarsınız: “Sovyet tiyatro modeli”nin sorunu, sanatın devlet tarafından geniş olanaklarla desteklenmesinden, piyasaya kurban edilmemesinden kaynaklanmamıştır. Tam tersine, bu destek en az yarım asır boyunca Sovyet tiyatrosunun ve balesinin, bırakınız memurlaşmayı, genelde sahne sanatlarının dünya klasmanında hep ilk sıralarda yer almasını, bundan da önemlisi çığır açıcı olmasını sağlamıştır. Madalyonun diğer yüzünde yaşanan sorunlar, ceberut bir devletin bu kurumlara ideolojik ve idari müdahalelerinden, sansür ve dayatmalarından kaynaklanmıştır. Dolayısıyla “Sovyet modeli”nden çıkarılacak dersleri iyi tartışmakta gerçekten yarar olabilir: Belki o zaman soruyu, “devletin tiyatrosu olur mu” gibi kısır bir noktadan, “devlet nasıl olmalı, sanata nasıl davranmalı?” gibi asıl tartışılması gereken ama nedense hep üstü örtülen bir mecraya taşımak mümkün olabilir. Evet, “Sovyet modeli” bu anlamda gerçekten öğreticidir: Sorun tiyatroda değil devlettedir.  



Yazarın Son Yazıları Tüm Yazıları

Buzdağının altı 4 Kasım 2024

Günün Köşe Yazıları