Gerçekten Bu mudur Hak Ettiğimiz?

14 Mayıs 2013 Salı

Son 35 yılda başımıza gelenlere bakıyorum ve soruyorum: Bu mudur hak ettiğimiz yaşam? Bir asrın üçte biri bitmiş... Şayet her günümüzün gazeteleri önümüzden son hızla resmi geçit yapsa, ülkenin ve vatandaşlarımızın başına gelen her kötülükte, demokrasi hazımsızlığı, özgürlük düşmanlığı, ırkçılık, feodal baskılar, tutuculuk, şiddet bağımlılığı, sevgi eksikliği, acımasızlık, egoizm, kendisi gibi düşünmeyenleri yok etme dürtüsü, hatta bu uğurda kısa veya uzun vadeli en çirkin tuzakları hazırlamaktan çekinmeme çirkefliğini buluruz. Yetmedi, buna eklenecekler de var: Atatürkçü Türkiye’nin müttefik kuvvetlere karşı verdiği o tarihi mücadeleyi tüm sonuçlarıyla hazmedemeyenlerin, bu toprakları ona buna peşkeş çekme, bölme, bizleri iç veya dış savaşa çekme konusunda dış güçlerle yaptıkları kirli pazarlıkların acı sonuçları!
Reyhanlı’da yaşanan korkunç trajediye bakıyorum. Yaşadığımız sansür ortamında kaç ölü olduğunu bile tam bilemiyoruz. Bu çağda böyle bir sansürün ne anlamı olduğu da çok tartışılır... “
Resmi haberler” başka telden çalıyor, dünya gazeteleri haber ajansları, televizyonlar farklı bilgiler geçiyorlar her olayda... Neyse, biz o korkunç sayının artmamasını temenni etmekle yetinelim. Sonuçta o alçak bombaları “birilerinin emriyle, birileri yerleştirdi” sevgili halkımızın yüreğine... Kaç anneyi çocuksuz, kaç çocuğu annesiz-babasız bıraktığını düşünmeden, tam tersine bu rakamları arttırmayı umacak alçaklıkta insan müsveddeleri bunlar. Sakın onlara hayvan isimleri yakıştırmayın. Evreni paylaştığımız sevgi dolu o canlılar bu hakareti hak etmiyorlar. Türkiye ağlıyor, kan arıyor, çaresiz doktorlar koşturuyor... Yine cenazeler, yine kolunu bacağını kaybeden insanlar, ağlayan çocuklar...
Irk ve din savaşları, ezelden beri insanlığı mahveden temel felaketler. Başı sonu belirsiz, ölümüne yıkanmış beyinler... Mezbahada koyun keser gibi insan cellatlığı yapmaktan keyif alan vicdansızlar, asırlardır çok iyi bir şey yaptıklarına inanarak yüz milyonlarca insanı en vahşi şekilde yok ettiler. Bizim dönemimizde ise emperyalizmin kuklası olmayı kendine yediren bu alçak insan tipolojisinin soy devamı, bu toplu kıyamlara gözü kapalı girişmekten kaçınmıyor. Ortadoğu haritasını kendi çıkarlarına göre yeniden belirlemekten çekinmeyen emperyalizm, dünya coğrafyasının kanayan yarası olan bu topraklara senaryolarını dikte etmek için sıfatlı veya sıfatsız ajanların gelip gittiği, resmi ve gayri resmi ziyaretlerle komploların şekillenebildiği bir kendine has dünya burası... Bazı misafirler gelir gider, sonra bombalar patlar, sonra bazı
“suçlular” birdenbire nasıl olduysa ortaya atılıverir... Nice tesadüf, bu işlerde üst üste gelir, “doğru” yorumlar, doğru kanallarda aniden yapılıverir!
ABD’nin 2003 çıkarmasıyla Irak’a demokrasi taşıyıp, “kitle imha silahları bulmaya gittiği” masalına inanan kalmadı. Bush ailesi dahil! Peki ABD’nin “Suriye’ye demokrasi taşımaya çalıştığı” şeklindeki gerçeküstü hikâyeye inanan var mı? Bu çok ciddi bir soru, çünkü Irak deneyiminin abartılı hatta “grotesk” taze hatıralarına rağmen buna inanan düşünce özürlü insanoğlu varsa, bir an önce kendini Nepal’de Zen-Budizm’e veya İsviçre Alpleri’nde psikoterapi seanslarına terk etmelidir. BOP kapsamında dünyada petrol ve suya hükmetmek isteyen ABD, direkt olarak kendi çıkarcı planlarının bir parçası haline getirdiği NATO’yu ve kontrol altında tutmayı başardığı Birleşmiş Milletler’i üç aşağı beş yukarı istediği şekilde yönlendirmeyi başarmaktadır. Büyük senaristlerin dâhiyane(!) taktikleriyle geliştirilen “Yeni Türkiye” modeli, bağımsızlık inatlarını bırakmış, laiklikte ısrar etmeyen ve çevre ülkelere “modellik” yapması gereken, hukuk yorumları hükümet tadında, uysal bir “nevi şahsına münhasır” profil çizmeye itilmiştir. Eh, iktidar da bunda bir mahsur görmediğine göre, son kalan direnç odaklarını, ister Türkiye içi, ister bölge içi kırma görevi sonuna kadar birilerince yerine getirilecektir, hem de ne pahasına olursa olsun! Tabii kullanılan senaryoların kimisi, Holywood’da arada işlendiğini gördüğümüz -Wag the Dog gibi- dâhiyane akışları bünyesine alabilmektedir; şu farkla ki, hayatın acı ağırlığı, burada yalnız bir toplumun hikâyelere inandırılmasına değil, bireylerinin “ön savaş zayiatı” olarak yok olabilmelerine yol açmaktadır.
Gerçekten bu mudur hak ettiğimiz? Bu kadar mı bağımlı ve aciz konuma itildik, birilerinin piyonu olma yolunda! Yazık şu yaşadıklarımıza...

\n


Yazarın Son Yazıları Tüm Yazıları


Günün Köşe Yazıları